23’üncü yılına girerken uluslararası komployu doğru anlamak gerekir

23’üncü yılına girerken uluslararası komployu doğru anlamak gerekir
7 Oct 2020   03:31
Xalil Cemal

Önder APO, 22 yıl önce 9 Ekim 1998’de 1979’dan beri yaşadığı Suriye topraklarından ayrılmak zorunda kaldı. Yunanistan, İtalya ve Rusya’dan sonra bir Afrika ülkesi olan Kenya’da iken başta ABD-İngiltere ve İsrail istihbaratı olmak üzere bir NATO gücü tarafından esir alınarak 15 Şubat 1999’da Türkiye’ye teslim edildi. Zamanın TC Başbakanı Bülent Ecevit, Önder APO’nun Türkiye’ye neden teslim edildiğine bir anlam veremediğini dile getirerek, TC’nin bu esaret olayında bir rolünün olmadığını da ortaya koyuyordu. Önder APO’nun da belirttiği gibi komploda TC’ye sadece “gardiyanlık” görevi düşmüştü.

Adına Uluslararası Komplo denilen bu olay tüm Kürdistan cağrafyasında ve Kürtlerin bulunduğu tüm ülkelerde büyük infial ile karşılandı. 9 Ekim’in hemen arkasından zindanlardan “Güneşimizi Karartamazsınız” şiarıyla başlayan fedai eylemler 15 Şubat sonrasında da devam etti. Kürtler 9 Ekim 1998’den sonra başlayıp bugüne gelen sürecin tamamını uluslarası komplocu güçlerin bir soykırım saldırısı ve buna karşı “varlığını koruma, özgürlüğü kazanma” mücadelesi olarak ilan etti. Yani uluslararsı komployu Önder APO şahsında kendisini yok etme planı olarak değerlendirdi. O nedenle tüm baskı ve katliam dayatmalarına rağmen Önderliği ve Partisi ile kenetlenmekten vazgeçmedi.

Peki neden Önder APO’ya karşı böylesi bir komplo düzenlendi?

Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra başta ABD olmak üzere kapitalist modernist güçler dünyayı yeniden dizayn etmek için Ortadoğudan başlayarak Yeni Dünya Düzeni projesi çerçevesinde Irak’a müdahale etti. Yani tarihe Körfez savaşı diye geçen süreç komplonun birinci aşaması oldu. Bu eksende Güney Küdistan’da bir hükümet kuruldu. Bu hükümetin ilk icraatı da PKK’ye karşı savaş ilan etmekti. Yani Körfez Savaşı bir anlamda PKK’nin tasfiyesinde uluslararası güçlerin ve işbirlikçi Kürtlerin ortaklaşa hareket etmesinin birinci aşaması anlamına da geliyordu. Güney’de 1992 sonbaharında TC’ nin de katılımıyla başlayan bu saldırı dalgası Kuzey’de Turgut Özal’ın katledilmesi ve çizgisinin tasfiyesi ile sonuçlandı. Bu süreç Kuzey’de Tansu Çiller/Doğan Güreş ikilisinin başlattığı 1994 genel saldırısı Güneyle bütünleştirilerek 1998 sonbaharına kadar devam etti. PKK ve gerillanın tüm saldırılara rağmen tasfiye edilmesi bir yana gücünü daha da artırması sonucunda komplo, yeni bir aşamaya evrildi. Bu ikinci aşamada Mesut Barzani ve Celal Talabani’nin Washington ziyareti bir dönüm noktası oldu. Yıllardır birbiriyle savaşan bu iki gücün lideri, 17 Eylül 1998’de Washington Antlaşmasını imzaladı. Aynı 1992’de Hewlêr’de kurulan hükümet gibi bu antlaşmada da PKK önemli bir gündem maddesi oldu.

KDP ve KYB arasında imzalanan Washington Antlaşması alt başlıkları olmakla beraber yedi ana maddeden oluşuyordu.

Dönemin ABD Başkanı Bill Clinton'ın Dışişleri Bakanı Madeleine Albright ile Mesud Barzani ve Celal Talabani’nin birlikte düzenledikleri basın toplantısıyla kamuoyuna duyurulan 7 maddelik antlaşmanın 4. maddesine göre “PKK'nin Irak Kürdistanı’ndaki varlığına tavizsiz izin verilmemesi” şartı getiriliyordu.

Bu maddenin hayata geçirilmesi eskisi gibi olamayacağı için 9 Ekim Komplosu ortaya çıktı.

12 Eylül 1980 askeri faşist darbesi ile birlikte PKK ve gerillayı hedef alarak Kürt özgürlük mücadelesini bitirip, Kürtleri istedikleri gibi soykırımdan geçirmek isteyen uluslararası ve bölgesel güçler bundan sonuç alamadı. O nedenle PKK/Gerilla şahsında Kürtlere ve bölge halklarına mücadele, direnme/kazanma gücü veren Önder APO’yu hedef alarak komplo sürecinin ikinci aşamasını başlattı. Bu yeni saldırı dalgasının büyük enternasyonalist Che Guevera’nın katlediliş tarihine de denk getirilmesi hiç de tesadüf olmasa gerek.

9 Ekim bu anlamda yeni bir sürecin başlangıcı oluyordu. 15 Şubat 1999 İmralı süreciyle birlikte de Önderlik şahsında Kürtlerin yeni bir esaret ve tecrit süreci başlatılıyordu. Bu sürecin gardiyanlık ve işkence görevlisi de Faşist TC oluyordu. Bugün eğer AKP/MHP faşist diktatörlüğü Kürt düşmanlığında sınır tanımıyorsa bunun nedeni de bu gardiyanlık ve işkencecilik görevi olmaktadır. Yani eğer bugün faşist TC AKP/MHP iktidarı öncülüğünde her türlü insani/ahlaki ve hukuki değere karşı pervasızca saldırma gücünü buluyorsa bu verilen gardiyanlık göreviyle direkt bağlantılıdır. Bu bağlamda faşist TC, nerede özgürlük mücadelesi varsa ona azgınca saldırma hakkına sahipmiş gibi davranmaktadır.

Bu durum Hitlerin 2. Dünya Savaşı’ndaki pozisyonuna benzemektedir. Faşist Naziler nasıl Sovyetler şahsında sosyalizmi tasfiye etmek için iktidara getirilip güçlendiridiyse, AKP/MHP faşist diktatörlüğü de aynı biçimde özgürlük mücadelesinin tasfiyesi temelinde bölgenin yeniden dizayni için görevlendirilmiştir. Napolyon ve Mandela’nn hapsedildiği adalar gibi komplocu güçlerin kurduğu uluslararası bir sistem olan İmralı Adası da Önder APO üzerinde sürdürülen ağırlaştırılmış tecrit ve işkence ortamı bunun en somut örneğidir. O nedenle Önder APO için özgürlük talebi her zamankinde daha fazla komplocu sisteme ve sömürgeci faşist diktatörlüğe karşı direniş ve kazanma perspektifi anlamına gelmektedir.

Bu direniş ve zafer perspektifi ile hareket eden başta gerilla olmak üzere Kürt halkı faşist TC tarafından azgın bir saldırı altında tutulmaktadır.  Bu faşist saldırı gücünü sadece küresel güçlerden değil işbirlikçi Kürtlerden de almaktadır. Kuzeydoğu Suriye’ye karşı geliştirilen faşist TC’nin işgal saldırıları karşısında direnenleri suçlayan bu işbirlikçilik olmaktadır. İşgalcilerin değil direnenlerin bu toprakları terk etmesini isteyen yine bu işbirlikçilik olmaktadır. Güney Kürdistan’da da Faşist TC’nin değil PKK’nin çıkarılma çağrısı Washington anlaşmasının da ruhuna uygun bir şekilde yine KDP tarafından yapılmaktadır. KDP ile faşist TC’nin en üst düzeyde gerçekleştirdiği görüşmeleri sonucunda Güney Kürdistan/Rojava ve TC/Rojava sınırlarında askeri yığınaklar yapılması, teknik denetim sağlayan araçlarla donanıtılması ve kanal kazmaların Washington antlaşması ve 9 Ekim komplosunun yıldönümüne denk getirilmesi tesadüf olmamaktadır.

Her türden faşist saldırıya karşı direniş ve zafer iddiasını taşıyan Kuzey ve Doğu Suriye, komplonun 23. yılına girerken yeni bir işgal tehditi altında Önderliği savunma ve zaferi kalıcılaştırma kararlı duruşunu korumaktadır. Faşist şef Erdoğan’ın yine komplonun ve Serêkaniyê/Girê Spî saldırılarının yıldönümüne denk gelecek şekilde tehditler savurması Kürt düşmanlığındaki sınır tanımazlığın bir göstergesidir. 23. yıldönümüne girerken komploya karşı en kararlı duruşun faşizme karşı birleşik direniş cepheleriyle gerçekleştirilebileceğinin duyurusu anlamına da gelen KCK’nin hamle açıklaması ve eylemleri olması gereken duruş ve direnişin ne anlama geldiğini de göstermektedir. Ve 9 Ekim komplosu ile gerçekleştirilmek istenen soykırım kıskacından kurtulmak için Önderliğin özgürlüğünü sağlamak, Kuzey ve Doğu Suriye devrimini koruyup güçlendirmek temel görev olmaktadır. Bu görev yaşamın her alanında ve tüm toplumsal, inançsal, etnik toplulukların örgütlenmesi temelinde eyleme geçirilmesi ile yerine getirilecektir.

Komplocu güçler bu görevin yerine getirilmesini engellemek için özel savaşın tüm araç ve yöntemlerini kullanmaktadır. Halkları, inançları çatıştırmak için her yola başvurmaktadır. Devrimin temel dinamiği olan kadın ve gençliği öncülük görevlerini yerine getirmeyecek duruma getrmek için tüm yozlaştırma araçlarını devreye sokmaktadır. Halkların zihnini bulanıklaştırmak ve devrime inancını zayıflatmak ve hatta devrime karşı çıkartmak için psikolojik algı operasyonlarına başvurmaktadır. Bu algı operasyonları ile Önderliğe, özgürlük mücadelesine karşı kuşku yaratılmak istenmektedir.

İşte bu yanı ile de 9 Ekim Komplosu sadece Önderliğin ve Kürt halkının esaret altına alınması değil inanç ve umudun karartılması saldırısı anlamına da gelmektedir.

“Umud zaferden daha da değerlidir” diyerek devrime olan inancımızı sürekli kılmak isteyen önderliğimizin özgürlüğünü her zamankinden daha güçlü talep etmek anlamında onun örgüt ve eylemini geliştirmek zaten önemli oranda boşa çıkmış olan komplonun tümden kaybetmesini sağlamak için gereklidir.

O nedenle komplonun 23. yılına girerken hep birlikte faşizme, tecrite, işgale son vererek devrimimizi koruyalım. Bunun öz savunmasını geliştirelim. Bu temelde özgür yaşamı tüm boyutları ile inşa edelim. Önderliği sahiplenmek ve savunmak ancak böyle olur. Komplo ancak bu şekilde sonsuza dek boşa çıkarılabilir.

ANHA