Pêxşan Ezîzî: Özgürlüğün bedeli ağırdır

Mektubunda tek suçlarının Jin, Jiyan, Azadi’yi birleştirmek olduğunu belirten Pêxşan Ezîzî, “Ancak can verilmeden özgürlük de gerçekleşmez. Özgürlüğün bedeli ağırdır” dedi.

Pêxşan Ezîzî: Özgürlüğün bedeli ağırdır
29 Jul 2024   11:58
HABER MERKEZİ

Kaleme aldığı mektubunda tek suçlarının Jin, Jiyan, Azadi’yi birleştirmek olduğunu belirten Pêxşan Ezîzî, “Şerife Muhammedi, ben ve idam sırasında bekleyen diğer kadınlar, sadece özgür ve onurlu bir yaşam arayışı nedeniyle mahkûm edilen ilk ve son kadınlar değiliz ve olmayacağız. Ancak can verilmeden özgürlük de gerçekleşmez. Özgürlüğün bedeli ağırdır” dedi. 

İran rejimi tarafından idam cezasına çarptırılan Pêxşan Ezîzî tutsak bulunduğu Evin Kadın Cezaevi’nde Temmuz 2024 tarihinde bir mektup kaleme alır.

Mektubunda kadınların ölümden değil köle olarak yaşamaktan korktuğunu belirten Pêxşan Ezîzî, “Hakikat ve özgürlük yolunda adım atan kişi, ölüm ve yaşama başka bir anlam katmıştır. Biz ölümden değil, onursuz ve köle bir yaşamdan korkarız. Özgür yaşam, kadınların (o en eski sömürgeler) onurları ve haysiyetleri için kararlı ve sağlam bir şekilde, özgür yaşam için ölümü kucakladıkları yerde başlar” der.

Kürt kadın devrimci Pêxşan Ezîzî İran’da 4 Ağustos 2023 tarihinde Tahran’ın Harazi kasabasında gözaltına alındıktan ve 4 ay boyunca ağır işkencelere maruz bırakıldıktan sonra 11 Aralık 2023’te tutuklandı. İran İstihbarat Bakanlığı’nın gözaltı merkezi olarak bilinen Evin Cezaevi’nin 209 numaralı koğuşundan, aynı cezaevinin kadınlar koğuşuna nakledilen hak savunucusu, Pêxşan Ezîzî’ye 23 Temmuz’da Tahran Devrim Mahkemesi 26’ncı Şubesi tarafından idam cezası verildi.

Kürt kadın devrimci Pêxşan Ezîzî’nin tutsak bulunduğu Evin Cezaevi’nden gönderdiği mektupta şu ifadelere yer veriliyor: 

GERÇEĞİ GİZLEMEK VE ALTERNATİFİ

Ellerini rahmin duvarlarına yapıştırmıştı düşmemek için, kürtaj ilaçlarına direniyordu. Ta çocukluğundan beri kalmak için ve acı çeken bir annenin sesiyle, direnmeyi ve yaşamayı öğreten bir sesle, nasıl olunacağını öğreniyordu:

“Seni bağlıyorum alışasın diye, ben yaşadıkça esarette ölmeyesin diye.”

Yaşam ve zaman arasında bir savaş sürmekte!

Ellerini hücre duvarına tutunmuştu düşmemek için. Uzun zamandır kalmak ve var olmanın, dahası nasıl var olmanın bir yolunu bulmak için gece gündüz demiyordu. Devlet terörü yöntemiyle ve başlarında yirmi silahla, sözde terörist yakaladıklarını sanarak (aynı terörizm ki, açıkta gözdağı vermek onun yöntemlerinden biridir)!

17 yaşındaki genç oğlan, yıllar sonra teyzesini görürken, babası, kız kardeşi ve eniştesiyle birlikte yere yatırılıyor. Elleri arkadan bağlı, başlarında silah, kutsal bir aileyi (İslam Cumhuriyeti’nin kutsal temellerinin üzerine kurulduğu aynı kutsal aile) sırtlarına basarak zincire vuruyorlar. Aile devletinin iktidarını ve zaferini gösteren bir gülümseme; operasyon başarıyla tamamlandı.

Yukarı doğru hareket ediyorlar, daha da yukarı…

Binlerce ailenin katledilmesi ve parçalanması sahneleri gözlerinin önünden trajik bir film gibi geçiyor. Aşırı fiziksel zayıflık içinde ellerini Evin’in 33. hücresinin (yukarıdaki) duvarına kilitliyor. 88’de de aynı “Kürt olmak” ve “kadın olmak” ve “kendisi olmaya çalışmak” suçlamasıyla kapatıldığı aynı hücre. Üç kez kalp krizi geçiren, kanser nedeniyle yeni ameliyat olan ve vücudu hala 60’lı yılların kurşun izlerini taşıyan babasının öksürüklerini 4. koğuştan duyuyor. Ve diğer koğuşlardan, korku içindeki tek çocuğunu defalarca görme talebinde bulunan bir kız kardeşin çığlıklarını işitiyor.

Daha ilk sorgu gününde, davanın yargıya intikal etmemesi ve her şeyin sessizce halledilmesi önerisi sunuluyor! Sonuçlanmayan bir öneri. Sorgu sırasında defalarca asıyorlar, 10 metre yerin dibine indiriyorlar, tekrar çıkarıyorlar ve yeraltından yukarı çekiyorlar. Toplumsal açıdan hayal kırıklığına uğramış ve yenilmiş olarak nitelendiriyorlar!

Bu olayların vukuuyla dolu tarihsel bir hafıza! Kürdistan’da yaşayarak çocukluğundan beri yabancı olmadığı bir edebiyat. Ta çocukluğundan beri bölücülük, ikinci cins ve vatandaş olmama damgası yemişti. Ya bunun aksini kanıtlamak için öteki olanın kucağına sığınmalıydı (ki önceden bir sınır sakini olarak, merkez, kendi sınırını onunla belirlemişti), ya da gururla halkına hizmet etmeliydi. Evet, biz merkezi iktidar için küçüğüz, sayı değiliz, ama cezalar için en büyük ve en ağırız…

Varlığını sürdürmek için en şiddetli yöntemleri uygulamaktan çekinmeyen ulus-devlet zihniyeti; iktidarın ve şiddetin yeniden üretimi…

Mekân tanımayan bir Oryantalizm! Kendisi ile öteki arasında ayrım yapan ve marjinalleştirme ve minimize etmede (öz-yapı) hiçbir politika ve şiddeti uygulamaktan kaçınmayan her türlü merkeziyetçi ve otoriter zihniyet.

Toplumsal gerçeklere (tarih boyunca inkâr edilen ve imha politikalarının uygulandığı en büyük gerçek) maddi ve nesnel (gerçekçi değil) yaklaşım, yani pozitivist bilim (çok karmaşık bir bilim olan sosyoloji değil), kesinlikle kapitalist modernite stratejisi (anti-kapitalist değil) doğrultusunda adım atmak ve hareket etmek anlamına gelir.

Oysa aynı kapitalist modernite stratejisiyle Orta Doğu bölgesinde Kürdistan’ın bedenini parçaladılar ve aynı Kürtler doğuştan bölücülük damgası yediler! Kürdistan, tarih boyunca hiçbir devletin hâkimiyet altına alamadığı dinamik bir toplumdur. Çağdaş Kürt toplumunun temel farkı, milliyetçiliği aşması ve sosyalist topluma ulaşmasıdır.

İnkâr ve düşmanlıkla değil, tüm inançlara saygıyla…

Bölücülükle mücadele, bir statüko garantisi oluşturmayı gerektirir. Kürt insanının bölücülük damgasıyla mahkûm edildiği aynı şey.

Sorguda bir kez daha, toplumsal hayal kırıklığı ve yenilgisi ona hatırlatılır.

Pragmatist ve pozitivist bir grup insanla trajik-komik bir durum! Günlük politika ve uygulamalarıyla kapitalist moderniteyi besleyenler. Bizim meselemiz kimliksel, güvenlik meselesi değil! Ulusal güvenliği korumak adına kimlik meseleleri ve toplumsal güvenliğin inkâr ve yok edildiği, hatta daha da ötesi, sorunları çözmesi gerekenlerin kendilerinin derin kişilik sorunları olduğu, öyle ki tüm meselenin onlar için kişisel hale geldiği yerde, kriz doruk noktasına ulaşır!

Bir insan, cinsiyetiyle (ilk algısal boyutu), diliyle, kültür ve sanatıyla, yönetimiyle, yaşam tarzıyla ve özgürlüğüyle, kısacası ideolojisiyle insandır. Bu boyutlardan herhangi biri yaşamda düşürüldüğünde, insani bir yaşam için artık yer kalmaz. Bir insan olarak kadının iradesini ve özsaygısını düşürürsen, özgür yaşam için artık yer kalmaz ve bu, insani-ahlaki ve siyasi standartlardan düşüş anlamına gelir. Kendi kimliğiyle yaşamın anlamsızlaştığı yerde, yaşam savunmacı bir şekil alır ve isyan aşamasına girer.

Tekrarlanan grevlerin ve kimliksel-tarihsel baskıların sonucu olan en kötü fiziksel koşullarda, her türlü hakaret, aşağılama ve tehditler yeniden başlar. Aylarca süren sessizlik bir çığlığa dönüşür: Ben terörist değilim. Bir devlet adamı olarak her seferinde otoritesini gösteren sorgu memurunun yumrukları iner, bir ses çığlığa dönüşür, neden gerçeği gizliyorsun?!

En büyük toplumsal gerçeği, yani kadını ve kimliğini, Kürt olmayı, yaşamı ve özgürlüğü gizlediniz, hangi gerçek ve hangi gerçeği gizleme?!

İnkâr, imha, asimilasyon, sistematik bir şekilde en kötü toplumsal hasarlara yol açan ve her türlü gerçek arayışını kendine muhalefet ve başkasıyla mücadele olarak gören aynı politikalar, yine aynı politikalarla sorgulanır ve kısır bir döngüden ibaret olan bir süreç (batıl)!

Halka borçlu olmayı ve ulus-devlet sınırları dışında sosyal-ahlaki hizmetler yapmayı suç sayar ve senaryo üretir (toplumsal güveni ortadan kaldırmak için defalarca başka senaryolarla tehdit edilir!) Bir toplumu demokratikleştirmenin ulus-devlet sınırları dışında gerçekleştiğini ve ahlaki-siyasi bir toplum inşa etmenin, eksik devlet politikalarını düzeltme ve tamamlama yönünde bir faaliyet olduğunu unutur.

Çünkü ulus-devlet çizgisinden (batıdan doğuya) kaynaklanan otoriter, cinsiyetçi ve dinci zihniyet, toplumsal-siyasi-ekonomik ve kültürel krizlerin sebebidir ve doğal olarak sebep olan şey, çözüm de olamaz. Krizden çıkış için gerekli toplumsal, siyasi irade ve bilince sahip olanlar bizzat halktır. Kadınlar toplumunun, Kürtlerin ve tüm marjinalleştirilmiş toplulukların gerçeğini gizlemek, çarpıtma vadisine düşmektir, hem de tarihsel bir çarpıtma, ve bu en büyük gerçeği gizlemedir. Tarihsel bir inkârdır bu, mesele çözmek değil. Meselenin tanımında bile sorunlusunuz ve çözüm sunmada çaresiz…

Sorunu olan sadece Kürt değildir. Mesele, akan gerçeklikle ilgilidir. Meselenin özü gözlerden saklanmış ve bu konudaki araştırma ve incelemeyi anlamsız kılmışlardır. Toplumsal gerçekliğin incelenmesi daha bilimsel, felsefi, gerçekçi ve toplumsal yollarla yapılmalıdır.

Gerçeğe daha yakın yaklaşımlar benimsenmelidir. Meselenin gerçek çözümü yerine yüzeysel çözümü asla çözüm olamaz. Kadınların ve marjinalleştirilmiş toplulukların potansiyelini tehdit korkusuyla yok etmek, demokrasi ve siyasetin asla soykırım, inkâr ve imha dışında tarihsel bir hafızaya sahip olan zorlu toplumsal gerçekliklerden korkmaması gerektiği gerçeğini göz ardı eder.

Gerçek anlamda siyaset, tam da karşı tarafta olanların ona katıldığı zaman var olur. Herkesin gücü, hiçbir şeyi olmayan insanların gücü, siyaset için yaratılmadığını düşündüğün insanların toplumsal kaygıları ele almaya başladığı yerde ne korku ne tehdit vardır, karar alırlar ve bunun yeteneğine sahip olduklarını gösterirler. Hükümdarın sözü, gerçeği aramak, irade oluşturmak için bir motivasyon olmalıdır. Hem yolu hem yolcuyu ve kimliğini merkeze ve otoriteye göre şekillendirmek demokrasi değildir, bu demokrasinin ihlalidir.

Adalet, bizzat krizin sebebi olan yasalarla cezalandırmak değildir. Çünkü diğeri sonuçtur. Adalet, bir şeyi onu hak edene, yani kendi kimliğine sahip olana vermektir. Ölüm, yoksulluk, sömürü, kibir, ikiyüzlülük veren aynı zamanda cezalandırırsa, adaletin yerini bulduğunu ve hakikatin dile geldiğini, diğerininse hakikati gizlediğini söylememizin ne anlamı olabilir?! “Merkez” ve “sınır (Farsçada merz)” arasındaki fark sadece bir “k” harfidir, o da hakikati gizleme anlamına gelir ki bu da merkezde gizlidir.

Aylardır yalnız kaldığı hücre. Kitapsız, temas ve ziyaret olmaksızın, tekrarlayan kanamalar ve grevlerle, artık yürüyemeyecek kadar sağlığını yitirmiş halde. Var olmayan şeyleri itiraf ettirmek için ardı arkası kesilmeyen sorgular, kendi değerli saydıkları bilgileri boşaltma ve “başka biri” olma çabası! Yaptıkları, güç ve enerjiyi analiz edip taraftar toplamaktan başka nedir, kendi kendine yüksek sesle tekrarlıyor, kaçınılmaz akışı olan büyük bir denizin küçük bir damlası.

Biraz daha ayakta durabilmek için ayaklarına masaj yapıyor, kalkıyor ve düşüyor. Bu beş ayda kaç kez “yokluk” sınırına gitme deneyimi yaşadı. Öngörülemez değil. Bu inişler ve çıkışlarla yola koyulduk, yaşamın anlamı bu, insanı öldürmeyen acı güçlendirir. Ta çocukluktan beri, üstelik kat be kat, sınırda yaşamak çocukluğumuzun hikayeleri, şiirleri ve şarkılarıyla, ihaneti ve kahramanlığı, aşkı ve nefreti, ölümü ve yaşamı başka türlü yaşadık. Sınırda, var olma ve yok olma arasında yaşamayı tüm benliğimizle hissettik, deneyimledik. Artık sadece var olma zamanı değil, nasıl yaşayacağımızın zamanı.

Mahkûm doğduğumuz o an, tüm ömrümüzü kendimizi kanıtlamaya adamalıyız. Kendimiz olamayız, ama kendimiz olmalıyız.

Yanık ve kan kokusu tüm Orta Doğu’yu sarmış durumda. Her biriyle, diğeri yeniden gözlerinin önünde canlanıyor. Gördüğü ilk ceset 18 yaşındayken, kocası ve kocasının kardeşi tarafından baştan aşağı yakılan Hatice’ninkiydi, elleri kenetlenmiş, hayatı ateşe verilmişti. Bitmeyen gerçek hikâyeler. Çalışması ve üniversitesi gereği yakından karşılaştığı ve toplumun durumunu resmeden onlarca başka sosyal sorun. DAİŞ saldırısında eşleri, kardeşleri ve babaları gözlerinin önünde kafaları kesilen onlarca kadın ve çocuk, esir alınıp defalarca tecavüze uğrayan ve bazıları kendilerini ateşe veren kız çocukları.

Göğüslerinde sütleri kuruyan çocuklu anneler, taşlama taşlarının üzerinde yüzlercesinin başını koyup kuruduğu yalınayak çocuklar. Bir yandan Türkiye’nin hava saldırıları, diğer yandan DAİŞ’in saldırılarıyla cesetleri yanan ve parçalanan onlarca kadın savaşçı. Haticeler, çocuklar ve yaslı anneler için feda olan mücadeleciler.

Uykudan sıçrıyor, kalkacak gücü yok, kusuyorَ… Tarihsel bir kusma…

Orta Doğu’da kriz trajik boyutu aşmıştır. Tüm toplumsal hayatı sarsmış ve bölge, oryantalist bakışla kapitalist modernitenin stratejisi ve küresel strateji doğrultusunda yürütülen eksik ve çelişkili politikalarla kan ve toprağa bulanmıştır.

Zorla sandalyeye oturdu, tehditler ve aşağılamalar yeniden başlıyor. Elleri savaştan derin yara izleriyle dolu. Neden on yıl Suriye’ye gittin, neden Avrupa’ya gitmedin?!

Sorunun dibinde, Avrupa ve Batı’nın çekiciliği tüm varlığıyla hissediliyor. Sanki hayallerinden bahsediyorlardı ya da karşı oldukları şeye yönlendiriyorlardı! Olduğumuz yerde değiliz ve gittiğimizde olmamız gerekiyor!

88 dosyasındaki hayal kırıklığınız ve yenilginizden sonra zafer iddia ediyorsunuz, ama ben yapay sınırların dışında insanlığa hizmet ettim ve siz hâlâ 88’in aynı sorgu memurusunuz, hatta baş sorgu memuru bile olamadınız! Sağlıklı bir siyasi-sosyal ortamın yokluğu nedeniyle ülkemden fersah fersah uzaklaştım. Hayatın anlamı anlamsızlaşmıştı. Yine bana ait olan bir yere gitmek için uzaklaştım (dediğiniz gibi, Suriye Kürdistanı bizimdir, Irak Kürdistanı ve Türkiye Kürdistanı bizimdir!). Yani “kendi malımdan” daha uzak bir yere gitmedim. Tabii eğer sizin malınızsa, bizim değil?! Orta Doğu’nun devrimin gerçekleşmekte olduğu başka bir yeri. Hayaller öldürülemez.

Yüzyılın direnişi yani Kobanê (ki mesele sadece tek taraflı bir mücadele değil, ideolojikti) ile doruk noktasına ulaşan ve tüm bölge ve dünya için bir dönüm noktası olan alternatif ve demokratik bir sistem. Demokratikleşmenin yeni bir bölümünün başlangıcı.

Tüm acılarına ve zorluklarına rağmen, savaş mağdurları kamplarında çalışmak, yıllarca inkâr ve imhaya maruz kalmış bir toplum için en büyük ahlaki-vicdani hizmet olabilirdi. Sınırları aşarak devrimci hale gelen sosyal hizmet görevini yerine getirmek!

SES YÜKSELİYOR: ORADA OLAN HERKES PKK ÖRGÜTÜ ÜYESİ Mİ?

Yani milyonlarca insan PKK’lı mı? O zaman örgüt nedir? Öcalan liderinin felsefesine inanmak, ki o bir sosyolog olarak Orta Doğu ve Kürdistan’ın derinlemesine analizlerini sunmuş ve 1999 uluslararası komplosundan bu yana 25 yıldır İmralı’da tek kişilik hücrede tutuluyor, ulus-devlet sisteminin dışında sosyal hizmet yöntemlerini benimsemeyi seçtim ve bu bir onurdur. Sizin sorun tanımınız yanlış.

Önce zihinsel sonra yapısal bir devrime inanmak, modern devrimlerin temellerinden biridir.

Devrimin içinde doğal olarak bir kişilik oluşur ve şekillenir, sosyal-siyasi sorumlulukları yerine getirme bağlamında ihanet ve kahramanlık daha belirgin hale gelir. Çünkü toplumsal meselelerin derinliklerine girersiniz ve mevcut durumu ve halkı örgütleme ve düzenleme ihtiyacını yakından tanırsınız. Savaşın ortasında sistematik yöntemler benimsemek ve ahlaki-siyasi bir toplumu yeniden inşa etmek. İran’ın bile DAİŞ’le savaştığı yer. Daha somut ve daha yüksek işlevsel değere sahip çözümler öğrenirsiniz. Demokratik modernite inşa edilmedikçe, kapitalist modernitenin müdahalesinden ve bölgeye müdahaleden asla kurtulunamaz. Orta Doğu yine sosyal süreçteki temel rolünü üstlenmelidir.

Modern demokratik Orta Doğu tarihinde, ulus-devlet güçleri ve demokratik yönetim gücü birlikte hareket eder; bu diyalektik bir yöntemdir. Bütünü anlamak için yerel farklılıkları kabul etmek gerekir. Bu, bölücülük ve yıkıcılık anlamına gelmez! Suriye’de demokratik ve devrimci halk güçlerinin yıkıcı güce sahip olmasına rağmen, bunun yerine kendi sistemlerini kurmayı tercih ettikleri ve Esad’ın merkezi otoritesini küçülttükleri gibi.

Devrim sistemi kendi yolunda ilerliyor. Cinsiyetçilikten geçiş için ailenin demokratikleştirilmesi, din karşıtlığı değil dinciliğten geçiş için dinin demokratikleştirilmesi, merkezi otoriterlikten kaçınmak için sistemin tüm kurumlarının demokratikleştirilmesi, diktatörlük tuzağına düşmeden ve bölge halklarının kimliklerini oluşturan geleneklerini temizlemeden ortak bir otorite inşa etmektir.

Kadını ve ötekileştirilmiş kimlikleri gören ve hesaba katan bir sistem, doğuştan mahkûm edildiği “bölünme”ye karşı yeni bir paradigma ile karşı çıkar. Çünkü yalan, halkı aldatma ve kadının cinsel yenilgisinden oluşan, otoritenin yeniden üretimi olan devlete ve onun özüne inanmaz.

Tüm faaliyetlerim ve çabalarım, tarihsel olarak zorunlu bir yol olan toplumsal değişimler için yaşam deneyimlerime ve tarihsel kimliğime karşı tarihsel borcumu ödemek ve hizmet etmek içindi. Elbette demokratik bir topluma ulaşmanın doğru yolu, insanların kendilerinin toplumsal meseleleri tartışmaya açtığı, bunları dert edindiği ve çözüm bulduğu ahlaki-siyasi bir toplum inşa etmek için demokratik yöntemler benimsemektir, bu demokrasinin ta kendisidir!

Demokratik ulus paradigması (sınır içindeki tüm uluslar) ile Orta Doğu’nun derin krizinden çıkış için halkın örgütlenmesini, özgürlük sosyolojisi ve jineoloji ile politikalarında barındıran demokratik öz yönetim.

Derin tarihsel-toplumsal-siyasal analiz ve çözüm önerileriyle, insanların sorunları ve krizleri çözmek için ayağa kalktığı yerde bilimler. Barış, ekonomi, eğitim, hizmetler, sağlık, kültür ve sanat, din ve inanç, gençlik ve kadın komiteleri kurarak en kritik savaş koşullarında günlük yüzlerce sorunu çözüyorlar. Kadın ve erkek yan yana, özgür ortak yaşam ve ortak başkanlıkla, krizde boğulmuş bir toplumu yeniden inşa ediyor ve hayata yeni bir anlam katıyorlar. Anlamından soyutladıkları o aynı hayat.

Özgürlük yolunda ilerlediklerine dair sarsılmaz bir inanç ve zihinsel devrimin tüm acılarına ve ıstıraplarına rağmen, özgürlüğü an be an yaşıyorlar. Suriye, İran, Irak, Türkiye, Afganistan ve bölgenin diğer ülkeleri ile binlerce insanın (doğudan batıya) soykırımı ve kanı üzerine şantaj yapılan Gazze arasında fark gözetmeyen bir hayal, ve bu özgürlüğün ta kendisidir.

Hakikat ve özgürlük yolunda adım atan kişi, ölüm ve yaşama başka bir anlam katmıştır. Biz ölümden değil, onursuz ve köle bir yaşamdan korkarız. Özgür yaşam, kadınların (o en eski sömürgeler) onurları ve haysiyetleri için kararlı ve sağlam bir şekilde, özgür yaşam için ölümü kucakladıkları yerde başlar.

Şerife Muhammedi, ben ve idam sırasında bekleyen diğer kadınlar, sadece özgür ve onurlu bir yaşam arayışı nedeniyle mahkûm edilen ilk ve son kadınlar değiliz ve olmayacağız. Ancak can verilmeden özgürlük de gerçekleşmez. Özgürlüğün bedeli ağırdır. Suçumuz Jin, Jiyan, Azadi’yi birleştirmektir.