Faşizme Karşı Birleşik Direniş Cephesi Zamanı- HALİL CEMAL

Faşizme Karşı Birleşik Direniş Cephesi Zamanı- HALİL CEMAL
10 Sep 2021   23:36

HALİL CEMAL 
Son günlerde KCK ve PKK’den hem TC ve hem de PDK’ye yönelik sert açıklamalar geliyor. Bir yandan “faşist teröre karşı devrimci şiddet”, diğer yandan  İşgalci faşist TC’nin işgal/soykırım saldırılarının yanında açıkça yer alan PDK’ye karşı tutum alınmaktan söz ediliyor. Kürdistan halkı ve dostları, devrimci/demokratik çevreler harekete geçmeye çağrılıyor. 

PKK ve KCK kuruluşlarından bu yana benzeri açıklama ve değerlendirmelerden mümkün oldukça uzak durmuştu. Faşist ve ihanetçi saldırıların en yoğun olduğu ve işgale/ihanete karşı savaşın en şiddetli yaşandığı süreçlerde bile bu tür açıklamalar yapılmamıştı. Herşeye rağmen uzlaşı, demokratik çözüm, ulusal birlik, müzakere gibi kavramlar öne çıkarılarak  sorunlar aşılmaya çalışılmıştı. Peki ne oldu da PKK ve KCK bu türlü sert açıklamalara gerek duydu?  Bu sorunun yanıtını tek tek yaşananları art arda sıraladığımız zaman bile görebilriz.  Öyle anlaşılıyor ki bu tür durumlar için genel olarak söylendiği gibi “sözün bittiği” yere gelinmiştir. Söz, ne kadar sert ifade edilirse edilsin mutlaka bir uzlayışı arayışını da içinde taşır. İşte bu nedenle “sözün bittiği yer” deyimi tüm köprülerin atılması anlamına gelmektedir. Artık konuşma dili ya da eğer olacaksa diyalog kapılarını aralamanın yolu silahlı ya da silahsız eylem olmaktadır.  Bu eylem biçimlerini devrimci halk savaşı, meşru ya da öz savunma veya “devrimci şiddet” diye de tanımlamak mümkün.

Osmanlının son dönemlerinden itibaren tüm halklara karşı bir soykırım saldırısı başlatıldığı bilinmektedir. İttihat Terakki ile birlikte bu saldırı dalgası 1. Dünya savaşı koşullarında bugünkü Alman siyasetinin kurucusu olan Prusya devletinin de teşfik ve onayı ile daha da yoğunlaştırılmıştır. Ermeni, Süryani katliamları bu koşullarda ortaya çıkmıştır. Türk Kurtuluş savaşının startı anlamına da gelen Amasya Tamimi’nin ilanı ile birlikte Karadeniz’de yaşayan Rumlara ve arkasından da Koçgiri Kürtlerine karşı bir katliam süreci başlatılmıştır. Yani adına ulusal kurtuluş denilen bu hareket, ulus devletlerin homojenleşme politikasına uygun olarak diğer halkların soykırımdan geçirilmesiyle ilk adımlarını atmıştır.

Yeni cumhuriyet her ne kadar Türk ve Kürt halklarının ortak devleti gibi tanımlansa da ilk elden başta Çerkezler olmak üzere Kürtler kurtuluşun ortak öznesi olmaktan çıkarılmıştır. Kürtler yaklaşık 15 yıl devam eden fiziki soykırım sürecine alınmıştır. Arkasından beyaz asimilasyon süreci başlatılmıştır. İşte Apocu hareket, bu soykırımların ve inkar politikalarının hesabını sorma ve tarihle yüzleşme hareketi olarak ortaya çıkmıştır.

Bu hareket daha ideolojik grup dönemini yaşarken yani sonunun ne olacağı belli değilken, 1975 Cezayir antlaşması temelinde Kürtler Güney’de soykırım sürecine alınmıştır. Bu sürecin Güney halkına ve peşmergelere nasıl yansıdığı halen belleklerdeki tazeliğini korumaktadır. PDK bu süreci tümüyle kabullenerek teslimiyetin ve soykırımın gereklerini yerine getirmiştir.

1978 yılı hem Kuzey ve hem de Güney açısından bir dönüm noktası gibidir. APOCU hareket PKK adı altında kendisini partileştirirken PDK de olası demokratik ya da sosyalist gelişmelerin önüne geçmek için yeniden inşaa sürecine girmiştir. İlk iş olarak da Güney Kürdistan’da örgütlenmeye başlayan ve kendilerini sosyalist olarak tanımlayan “Celaliler” grubundan yüze yakın kişiyi Hakkari/Beytüşşebap zozanlarında TC den ve bazı aşiretlerden aldığı destekle katlederken MİT’le bağlantılı bir şekilde devrimci/demokrat kişi ve grupları tasfiye etmek için bir çok komplo gerçekleştirmiştir.

YNK’ye karşı 1966 yılından beri sürdürdüğü saldırılara bugüne kadar hiç ara vermeyen PDK, benzeri bir saldırı dalgasını İran devlet güçleriyle ortaklaşarak Kürdistani tüm örgütlere karşı yürütmüştür.

Bütün bu işbirlikçi ve ihanetçi karakterine rağmen Önder Abdullah Öcalan başta olmak üzere PKK, KCK gibi Önderlik hareketleri PDK’ye bu tutumundan vazgeçirmek için her türlü diyalog yöntemini denemiştir. Hatta oluşturulmak istenen Kürt Ulusal kongresine Eş Başkan adayı olarak Önderlik tarafından Mesut Barzani önerilmiştir. Faşist-işgalci TC tarafından desteklenen DAİŞ Hewler’e  saldırı aşamasındayken ve Hewler neredeyse boşalma noktasına gelmişken PDK Başkanı Mesut Barzani’nin çağrısı üzerine gerilla Hewler savunmasını üslenmek için harekete geçmiştir. 

Yaşanan bu süreçlerin arkasından PDK Başkanı Mesut Barzani “Ben yaşadığım sürece Kürtler arası savaşa izin vermeyeceğim. Kürtler arası savaşı haram kılıyorum” demiştir.

İttihat ve Terakki’nin bir devamı gibi kurulan AKP/MHP ırkçı/dinci faşist iktidarı ile birlikte PDK, özellikle de Mesrur Barzani’nin bölge başbakanı olması ile birlikte faşist TC’nin soykırım saldırılarına açıktan ortak olmaya başlamıştır. Zine Wertê bu konuda bir dönüm noktası olmuştur. Bundan sonraki süreçte PDK adeta AKP/MHP faşist iktidarının bir ortağı gibi davranmaya başlamıştır. Hava saldırılarının yer istihbaratını daha da artırmıştır. Bir anlamda PDK, MİT’in bir istihbarat kolu gibi davranmaya başlamıştır. Bu da yetmiyormuş Avaşin-Zap-Metina işgal saldırılarıyla birlikte PDK, “Hamidiye Alayları” rolünü üstlenerek gerillaya karşı askeri hareketlilik içerisine girmiştir.  Faşist TC’nin işgaline karşı direnen gerillanın etrafını kuşatarak hem onun hareket kabiliyetini sınırlamak ve hem de faşist TC’ye istihbarat sunmak üzere kendisine bağlı çete güçlerini gerilla alanlarında konumlandırmaya başlamıştır. Bu çeteler içinde faşist TC’nin korucuları ve DAİŞ artığı çeteler de yer almıştır. En son Rojava’nın işgal edilen bölgelerindeki çete sorumlusu Hariri’yi de resmi törenle Hewler’de karşılayan PDK, aslında sözün bittiği noktaya geldiğini göstermiştir.

Bütün bu gelişmelere rağmen KCK ve PKK sürekli olarak itidal çağrıları yaparak kamuoyunu gelişmeler konusunda duyarlı kılmaya çalışmıştır. Ama en son Xelifan’da PDK güçleri tarafından pusuya düşürülen gerilla biriminin katledilmesi üzerine KCK, HPG ve PKK’nin açıklamalarından da anlaşıldığı gibi süreç değişmiştir. HPG  genel komutanlığının belirttiği gibi “PDK’nin kuşatma çabalarına karşı gerilanın duyarlı davranıp çatışmalara ortam sunmaması üzerine  PDK strateji değiştirerek direk saldırıya geçmiştir.” PKK ve KCK’ye göre de Xelifan komplosu ile birlikte “PDK, TC’nin yürüttüğü işgal saldırısının direk yanında yer almıştır. Yani açıkca “taraf” olmuştur. O nedenle de KCK “bu durumu halkımızın vicdanına havale ediyoruz” demiştir.

Kısacası PKK ve KCK’ye göre sıkça değinildiği gibi “Kürtler arası savaş” yoktur. Faşist AKP/MHP ve PDK işgal ve soykırım saldırılarına karşı, özgürlük ve demokrasi için direniş savaşı  vardır. Ortada bir kardeş kavgası yoktur. Yani yürütülen bu işgal saldırıları  ve direniş mücadelesinde iki taraf vardır. İşgalci faşist AKP/MHP/PDK güçleri ve Kürdistani güçler! İşgalciliğe ve sömürgeci soykırım saldırılarına karşı Kürtler ve dostlarının direnişi vardır.

Eğer Güney’den Şengal’e ve Kuzey’den Kuzey ve Doğu Suriye’ye kadar tüm Kürdistan parçalarına yayılan bu saldırı ve direniş doğru tanımlanmazsa ortaya sadece bir gaflet durumu çıkar.

Faşist AKP/MHP faşizmi, ittihat ve Terakki iktidarı gibi etnik ve inanca dayalı tüm farklılıkları ortadan kaldırmaya kararlıdır. Bunun için işlemeyeceği hiç bir suç ve oynamayacağı hiç bir oyun yoktur. Bu iktidar başta Kürtler olmak üzere tüm farklı etnik ve inanç topluluklarının düşmanıdır. Aleviler, Ezidiler, Ermeniler, Süryaniler, Rumlar ve selefi olmayan tüm islami inançlar bu iktidarın hedefidir. O nedenle Güney’de Kuzey’de ya da Kuzey ve Doğu Suriye’de saldırı gerekçesi olarak gösterilen PKK bir bahanedir. Bu faşist iktidar ve onun suç ortakları, başta Kürtler olmak üzere bölge halkları için özgürlüğün teminatı olan APOCU örgüt ve çevreleri tasfiye etmeden amacına ulaşamayacağını bildiği için once APOCU’lara saldırıp onu tasfiye etmek istemektedir. Naziler de önce Komüstlere ve Yahudilere karşı olduğunu ilan etmişti. Onları tasfiye edince tüm farklılıklara yani kendisinden olmayanlara saldırdı. O nedenle “susma sustukça sıra sana gelecek” sloganı ile tehlikenin boyutları ilan edildi.

İşte Türkiye’den başlayarak Ortadoğu ve Kafkasya’yı tehdit eden ve Afganistan’da rol üslenerek etki alanını Orta Asya’ya da yaymak isteyen bir faşist düşman ile karşı karşıyayız. Her türlü insanlık suçunu işleme hakkını kendinde gören bu düşman karşısında “devrimci şiddet”de dahil, direnmek “insanım diyen” herkesin görevidir. PKK’yi terörist ilan ederek faşizme bu saldırı imkanını sunan güçler için de benzeri tehlike bulunmaktadır. Daha dün Paris’te işlenen katliamın mahkemesi başladı. Sanık olarak yargılanan çete kendisini “DAİŞ askeri” olarak nitlendiriyordu. Aslında doğru tanım “AKP/MHP askeriyim” olmalıydı. Eğer o dava doğru ele alınır ve her türden ekonomik/siyasi çıkardan arındırılarak sonuçlandırılsa Sakine Cansız, Fidan Doğan ve Leyla Şaylemez dosyası ile birleştirilebilecek potansiyele sahiptir. Yani gerçek teröristin ve terör örgütünün kim olduğu böylece  daha net görülebilir. O da AKP/MHP faşist iktidarıdır. MİT bu terörün organizatörüdür. PDK de DAİŞ gibi bu terör organizasyonun Kürdistan’da kullanılan bir aracı olma noktasında ilerlemektedir.

O nedenle tüm Kürtler ve dostları yeni bir NAZİ tehlikesi ile yüzyüze olan insanlığı bu beladan kurtarmak için harekete geçerse ve 2. Dünya savaşında olduğu gibi “Faşizme karşı Birleşik Direniş Cephelerini” oluşturursa o zaman insanlık kazanacaktır.

Bunun ilk adımı da faşizm için bir kullanım malzemesi olmaktan başka işe yaramayan “terörist” tanımı PKK üzerinden kaldırılmalıdır. Bu konuda verilecek mücadele Faşizme karşı mücadelenin temel enstürümanı olacaktır.