Göç bir kader değil, kapitalist politikanın hayata geçirilmesidir-HALİL CEMAL

Göç bir kader değil, kapitalist politikanın hayata geçirilmesidir-HALİL CEMAL
8 Sep 2021   00:45

HALİL CEMAL

Hristiyanlıkta kıyamet alameti olarak ortaya çıkacağına inanılan Mahşerin Dört Atlısı’ndan bahsedilir.

Yeni Ahit'teki(İncil) -Vahiy Kitabı olarak da bilinen- Apokalips bölümüne göre, “yedi mührün açılması ile birlikte” bu dört atlı ortaya çıkacaktır.

Bu dört atlı, zamanın ve mekanın sonu olarak da değerlendirilen kıyamet vaktinde gerçekleşecek farklı olayların sembolik anlatımlarıdır. Buna göre;

Mahşerin ilk atlısı: “Bakınca beyaz bir at gördüm. Binicisinin yayı vardı. Kendisine bir taç verildi ve galip gelen biri olarak zafer kazanmaya çıktı.” Bu ilk atlı, “kendisine yetki verilen ve kendisine karşı çıkan herkesi fethedecek olan Mesih karşıtı” olarak da yorumlanmaktadır. Bu yoruma göre “buradaki Mesih-karşıtı, Kendisi de beyaz bir atın üzerinde dönecek olan gerçek Mesih’in sahte bir taklitçisidir (Vahiy 19:11-16). Bu durumu biz bugünün koşullarında kendisini insanlığın kurtarıcısı gibi gösteren liberalist öğretiye benzetebiliriz. Çünkü Liberalizm, gerçek özgürlük yani Liberte’ye karşıtlık üzerinden karşıtlarını ve dünyayı fethetmek için var olmuştur. Bu çıkışında yalan ve istismar vardır.

Mahşerin ikinci atlısı: “O zaman kızıl renkte başka bir at çıktı ortaya. Binicisine dünyadan barışı kaldırma yetkisi verildi. Bunun sonucu olarak insanlar birbirlerini boğazlayacaklar. Atlıya ayrıca büyük bir kılıç verildi.” (Vahiy 6:4). Bu atlıyla anlatılan da savaşlardır.  Bugün liberal öğretiyle donatılmış küresel hegomonik güçler adına üçüncü dünya savaşı denilen tarihin en kapsamlı ve kirli savaşını yaşamaktayız.

Üçüncü atlı: “Bakınca siyah bir at gördüm. Binicisinin elinde bir terazi vardı. Dört yaratığın ortasında sanki bir sesin şöyle dediğini işittim: ‘Bir ölçek buğday bir dinara, üç ölçek arpa bir dinara. Ama zeytinyağına, şaraba zarar verme.’” (Vahiy 6:5-6). Bu üçüncü atlı ile anlatılan da kıtlık, yoksulluk açlık, sefalet ve sefahattır.

Dördüncü atlı: “Bakınca soluk renkli bir at gördüm. Binicisinin adı Ölüm'dü. Ölüler diyarı onun ardınca geliyordu. Bunlara kılıçla, kıtlıkla, salgın hastalıkla, yeryüzünün yabanıl hayvanlarıyla ölüm saçmak için dünyanın dörtte biri üzerinde yetki verildi.”( Vahiy 6:8). Bu dördüncü atlı, yaygın ölümleri ve doğal felaketleri de içeren yıkımların sembolüdür.

Kıyamet, tek tanrılı dinlerde genel olarak dünyanın sonu olarak tanımlanır.  Mitolojilerde de benzeri anlatımları görmek mümkündür.  M.S. 2. Yüzyıldan 16. Yüzyıla kadar tarihlenen Yeni Ahit el yazmalarında Mahşerin 4 atlısı ile sembolize edilen kıyamet belirtileri ile bugün yaşananlar arasında bir bağlantı olduğunu çok rahatlıkla görebiliriz.

Savaşlar, yıkım, hastalıklar, kuraklık, açlık vb. gibi adeta dünyanın sonunu getirecek olan çeveresel sorunlar günümüz insanlığının temel gündemi olmaktadır. Ve bunların hepsi de kendisini kurtarıcı gibi göstererek sahte mesih rolünü oynayan Liberalist dünya görüşü öncülüğünde gerçekleşmektedir. Bu öncülük de bugün en somut ifadesini kapitalist modernitede bulmaktadır.  Bugün dünyanın başına bela olan mültecilik sorunu da benzeri nedenlerle yaşanmaktadır.

Başta Akdeniz ve Ege denizi olmak üzere birçok deniz-göl, ırmak mülteci mezarlığına dönüştü.  Mülteci akınlarından kurtulmak isteyen devletler sınırlarına beton duvarlar ördü, dikenli, elektrikli tel örgüler çekti. Özel donanımlı güvenlik militer güçler ve karadan/havadan gözetleme mekanizmaları, kontrol merkezleri oluşturuldu.  Güya mültecilere yardım amaçlı mali ya da başka yaşamsal ihtiyaçları karşılayan maddi destek paketleri açıklandı. İnsanlık, savaşlar, hastalıklar, kıtlık ya da doğal afet gibi farklı nedenlerle dünyanın bir yerinden bir başka yerine savrulurken, adeta uluslar bir coğrafyadan başka coğrafyalara taşınırken güncel bazı tekil olaylar üzerinden acı edebiyatı yapılarak insanlığın vicdanı teslim alınmaya ve gerçeklikler ters yüz edilmeye çalışıldı.

“Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin (BMMYK) İsviçre’nin Cenevre’de açıkladığı rapora göre, 2020 yılında dünya genelinde 82 milyon 400 bin insan şiddet ve insan hakları ihlalleri nedeniyle yerinden edildi. Raporda, insan göçünün hızlanarak artışında küresel iklim krizi, iç savaş ve çatışmaların kilit rol oynadığı belirtildi. Raporu açıklayan Filippo Grandi, “Koronavirüs salgını nedeniyle sadece 2020 yılı içerisinde 3 milyonu aşkın insan evlerini terk etmek zorunda kaldı. Birçoğu gelecek yıllar içinde başka ülkelere göç etmeye çalışabilir” dedi.”  Bu açıklama gerçeği ne kadar yansıtıyor bilinmez. Ama bugün Afganistan’da yaşananlarla birlikte konu ele alındığında göçler ya da mültecilik sorununa daha kapsamlı bakılması gerektiği ortaya çıkıyor. 

Afganistan’dan birkaç gün içinde 1500-2000 km’lik yolu aşarak Kuzey Kürdistan’a ulaşan göç dalgası oldukça dikkat çekici. Hâlbuki hem İran ve Hem de Türkiye sınırları adeta duvarlarla çevrilmiş kale görünümünde. Ve özellikle de TC, Kürtlere karşı yürüttüğü imha-soykırım saldırısında sınır önlemlerini en modern teknikle artırmış olmasına ve içerde Abdulhamit’in istihbarat ağından daha geniş bir ağ kurmuş olmasına rağmen hem de birkaç gün içinde resmi verilere göre yaklaşık 300 bin insan Van, Ağrı, Iğdır gibi Kürdistan kentlerine nasıl ulaşmıştır ve yerleşmiştir? Bu nasıl mümkün olmuştur? Bu sorunun yanıtı mutlaka doğru verilmelidir. Aksi durumda insan göçlerini sadece yaratan değil, bu göçler üzerinden daha fazla egemenlik, daha fazla kar alanı açarak ömrünü uzatmaya çalışan kapitalizm gerçeğini doğru değerlendirmezsek; ancak dökülen timsah gözyaşlarına ortak oluruz.

Tarihte nedenleri aynı olmasa da benzeri göç dalgaları yaşanmıştır. Artan nüfus nedeniyle üzerinde yaşanılan topraklar ihtiyacı karşılamayınca arıların oğul vermesi gibi topluluklar göç etmek zorunda kalmıştır. Ya da kuraklık, salgın hastalık veya savaş zamanlarında böylesi durumlar ortaya çıkmıştır. Ama şimdi Kapitalist modernist Küresel güçler bunu varlık gerekçesi haline getirmiştir. Yani bugün yaşanan göçler tarihte birçok devlet tarafından Yahudilere yapıldığı gibi bilinçli-planlı bir politika olarak uygulanmaktadır. Buna pogrom ya da Soykırım denmektedir.  O zaman göç olaylarına tekil olarak şu ya da bu ülkede yaşananlar üzerinden değil genel bir politika olarak yaklaşmak daha doğru olacaktır.

Neden böyle olmaktadır? Ya da küresel güçler veya onun yerel dayanakları olan bölgesel güçler nasıl bir amaç için böylesi bir göçertme politikasına ihtiyaç duymaktadır?  Ve bu tür trajedilerin önüne nasıl geçilebilir?

Bugün insanlık ciddi sorunlarla karşı karşıyadır. Kapitalist modernite sadece toplumsallığı değil, doğayı da tüketerek yer küreyi yaşanılmaz hale getirmektedir. Savaşlara, savaş araçlarına, lüks tüketim malzemelerine harcanan emek, bilgi ve para ile dünyayı ve insanlığı büyük felaketlerden on kez kurtarma imkanı var. Bırakalım kuraklık ve açlık sorunlarını tüm insanlığın yaşam kalitesinin daha da yükseltebilmek mümkün. Ama bugün aksine bir durum yaşanıyor. İnsan hakları, barış, istikrar adı altında dünya yaşanılmaz hale getiriliyor. Özellikle 3. Dünya savaşı koşullarında her türden savaş yöntemine ek olarak biyolojik savaş silahları da etkin bir şekilde devreye sokulmuş bulunuyor.  Yeniden paylaşımın yürütüldüğü bu dünya savaşı koşullarında bazı ülke ya da bölgeler bu silahların denendiği labaratuarlar haline getiriliyor. Kapitalizm, bazı ülkeleri ucuz iş gücü deposu gibi kullanırken, bazı ülkeleri de atık malzemelerinin çöplüğü yapıyor. Kısacası yeni pazarlar, yeni zenginlikler, yeni çöplükler ve yeni ucuz emek depoları için insanlık tarihinin en büyük dramını yaşıyor.

İşte yaşanan göç dalgalarının temelinde bu vb olgular bulunuyor.  Eğer bugün yaşanan göçlerin haritasına bakılırsa durum daha da net anlaşılır. Son on yıldır Suriye,  dış ve iç göçler nedeniyle demografik olarak ciddi bir değişim yaşadı. Libya’da öyle. Yemen’de yaşanan dram yeterince basına yansımadığı için hissedilemiyor. Sudan, Somali, Etiyopya başta olmak üzere neredeyse Afrika coğrafyasının tamamı tehcire dayalı ciddi bir soykırımla karşı karşıya. Latin Amerika da aynı sorunla karşı karşıya.  3.paylaşım savaşı bu kıtayı da kasıp kavuruyor.  Venezüella başta olmak üzere iç karışıklıklara dayalı istikrarsızlık, işssizlik ve açlık yüzünden insanlar büyük topluluklar halinde ülkelerini terk edip ABD sınırlarına kadar dayandığı için Trump döneminde ABD, Meksika sınırlarına duvarlar örmeye başladı. Kısacası kapitalist emperyalist sistem yarattığı göç krizinden seçici davranarak yararlanmak için sınırlarında duvarlara, tel örgülere ve özel güvenlik birim ya da aygıtlarına ihtiyaç duyuyor.

Bütün bu özellikleriyle nedeni ne olursa olsun dünya genelinde yürütülen bu göç politikası ile tek bir taşla aynı anda birçok kuş vurulmuş oluyor. Bir anlamda göçmen petrole benziyor. Petrolden sadece yakıt elde edilmiyor. Petrolün başta yağ olmak üzere plastik, lastik gibi sayısız yan ürünü dünya piyasalarının temel kullanım maddesidir. Kısacası göçmenlik dünya pazarlarının vazgeçilmez bir ürünü olarak kapitalizmin ve genel olarak devletçi toplumun kaçınılmaz bir politikası olarak karşımızda duruyor.

Sosyalist sistemin çökmesi ve Sovyetlerin dağılmasından sonra yeniden paylaşıma açılan pazarların Doğu Avrupa kısmı kısmen; ama dünyanın diğer alanları iç savaşlara, hastalıklara, kuraklık ve kıtlığa dayalı bir kaos sürecini yaşıyor. Başını ABD ve İsrail’in çektiği batılı küresel güçlerin geneli bu Kaosun baş mimarları olarak dünya genelinde adeta bir toplumsal mühendislik eylemini geliştiriyor. Ağırlıklı olarak Arap Baharları süreciyle birlikte bu mühendislik ve Pazar paylaşım eylemine Çin ve Rusya’da katılmış bulunuyor. O nedenle Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da derinleşen kaos, bu iki gücün daha da aktifleşmesine bağlı olarak dünya geneline yayılmış bulunuyor.  Bu genişleyen paylaşım ve mühendisliğe, savaşlara, iklim değişikliklerine ve hastalıklara bağlı olarak gelişen göçler üzerinden dünyanın genelinde bir insanlık dramı yaşanıyor. İşin garip yanı da bu dramın sorumluluğunu kimse üstlenmiyor. Aksine bu dramın sorumlusu olan küresel ya da bölgesel güçler ne kadar hayırsever olduklarını göstermek için yaptıkları yardımlardan, harcadıkları paralardan bahsediyor. Yani katiller yüzlerine yardımsever maskesi takıyor.

Şimdi Ülkemiz Kürdistan ve bölge ülkelerinden Suriye, Irak 3. Dünya savaşının tüm acılarını hisseden ülkeler oluyor. Konu Kürdistan, Kürtler ve bölge ülkeleri olunca doğal olarak da faşist Türk devletinin politikaları öne çıkıyor. 

Faşist TC neden bu kadar çok mülteciyi alıyor? Ve neden daha fazla mülteci getirmek için her yola başvuruyor? Bu soruların doğru yanıtı aslında Küresel güçlerin yapmak istediklerini de ortaya koyacaktır. Saddam’ın Enfal saldırılarında Sömürgeci TC, kapılarını Güney Kürdistan güçlerine açmıştı. Bu yolla TC’nin uluslararası kurumlardan ve dünya kamuoyundan ciddi bir destek aldığı biliniyor. Güney Kürdistan’dan gelen Kürtler aynı zamanda ucuz iş gücü olarak da kullanıldı. Bu da iş alanları için sendikasız, sigortasız iş gücü anlamına gelmektedir. Sarı da olsa, yetersizlikleri de olsa Sendika geleneğinin bir düzey kazandığı bir ülkede bu iş gücü silah anlamına geliyor.

Türkiye sınırları içinde Kürtlere ve farklı etnik ya da inanç topluluklarına karşı uygulanan politikalar nedeniyle yaşanan iç göç konumuzun dışında. Elbette bu politikalar da soykırım saldırılarının önemli bir parçası. Fakat şimdi esas saldırı başka devlet sınırları içinde yaşayan halklar üzerinden geliştirilmek isteniyor.

Sömürgeci Türk devletinin Enfal’in arkasından Güney’den gelen Kürtler üzerinden Kürt siyasetine müdahale etmesi tesadüf olmasa gerek. Dikkat edilirse Hewler hükümeti ile birlikte 1992’de Gerillaya karşı başlatılan saldırı hemen bu sürecin arkasından geliyor. Yani Enfal, faşist TC’ye Kürtleri kullanmak için bir fırsat sunuyor. Hizbul Kontra’nın devreye konulması da bu süreçle bağlantılı olarak gelişiyor.  Hâlbuki Enfal’in sorumlularından birisi de Faşist TC’dir.

Benzeri bir durumun hem de daha kapsamlısını Suriye’de yaşamaktayız. 2011 yılında başlayan karışıklıkları Kürtler kısa sürede bir fırsata dönüştürerek barışçıl bir şekilde yerel yönetimlerini oluşturmaya giriştiler. Faşist TC ve uluslararası güçler eğit-donat çerçevesinde yetiştirilen çeteleri Kürtler üzerine saldırttı. Ve bu saldırıları faşist AKP-MHP hükümeti her düzeyde destekledi. Bu, Rojava Kürtlerinin önemli oranda göçüne neden oldu. Faşist TC, çeteler yoluyla kırabilirse Kürt iradesini kırmak olmazsa bu toprakların Kürtsüzleşmesini sağlamak istiyordu. Göçen Kürtler Güney’e, Kuzey’e ve Avrupa’ya gitti.

Ama Rojava Kanton yönetimlerinin oluşması ile birlikte Faşist TC, DAİŞ ile birlikte başta Kobane olmak üzere Rojava’ya saldırdı. Bu saldırı ile birlikte kaçanlara kapılarını açan faşist TC, Rojava’yı Kürtsüzleştiremezse bile Rojava siyasetine müdahale edebilmek için bu durumu kullanmaya başladı. Rojava’dan kaçanlardan bir kısmını eğiterek Güney’de Roj Peşmergeleri adında bir kontra güç oluşturdu. KDP ile bağlantılı olarak geliştirilen bu güç dışında ENKS adında bir siyasal örgütlenme içine girdi. Dikkat edilirse şimdi sadece PDK-S gibi olan ENKS’nin işbirlikçi çekirdek gücü başından beri Kürtleri inkar eden ve imha etmek için saldıranların yanında oldu. TC’yi işgalci olarak görmedi. Afrin’de Sere Kaniyê ve Gre Spi’de işlenen insanlık suçlarına alkış tuttu. Yani göçler sonucunda derlenen bu oluşum ile faşist TC Kürtleri imha etme politikasını sürdürmeye çalışmaktadır.

Suriye savaşının diğer bir boyutunda Rusya ve ABD’nin ortak politikaları sonucunda, başta Afrin işgali olmak üzere diğer Suriye topraklarının işgalinin de önü açıldı. 10 Kasım 2017’de Vietnam’da Trump ve Putin arasında gerçekleşen zirve ile ABD ve Rusya Suriye’nin bugünkü durumu için antlaştı. İsrail’in ve Ürdün’ün güvenliği ile Şam Hükümeti’nin varlığı çerçevesinde Dera ve Şam çevresindeki çeteler İdlip ve diğer işgal alanlarına yerleştirildi. Bu yerleşkelerle bağlantılı olarak Afrin TC tarafından işgal edilerek Kürtsüzleştirildi. Yine bu antlaşma temelinde İdlip Faşist TC’nin işgaline açıldı. Gre Spi Sere Kaniye işgalleri de bu temelde gelişti. Birleşik kaplar misali Kürtlerin ya da yerel halkın boşaltıldığı yerler göçmenlerden derlenen çeteler ve aileleri tarafından dolduruldu. Eğer Kürtlerin DAİŞ’e karşı mücadelede dünyada kazandığı sempati ve yetersiz de olsa yaşanan direniş olmasaydı, bu işgaller Kuzey ve Doğu Suriye’nin işgali ile sonuçlanacaktı. Bu bölgede Kürt kalmayacaktı. DAİŞ ile başarılamayan hedef faşist TC’nin işgali ile tamamlanacaktı. İşte Vietnam’da bunun kararı verilmişti. Yani bir zamanlar emperyalist kapitalist sisteme karşı direnişi ile insanlığın sempatisini kazanan Vietnam, Kürtlerin katli antlaşmasına ev sahipliği yapmıştı. Bu da bir ironi, yani kapitalizmin intikam biçimi olsa gerek.

Libya, Karabağ ve Güney Kürdistan başta olmak üzere Suriye göçmenlerinden derlenen çeteler birçok alanda saldırı gücü olarak kullanıldı ve kullanılmaya devam etmektedir. Yani göçmenlik bugün kapitalist sistemin bir sanayi alanı gibi işlev görmektedir. Faşist TC de bu sanayi alanını en etkili şekilde kullanmaktadır. O nedenle Türkiye bugün Kapitalizmin göçmen kampı rolünü oynamaktadır. Buradan hem militan hem beyin ve fizik gücü devşirilmektedir.

Şimdi insanlık yeni bir göç dramına gözyaşı döküyor. Afganistan göçü ile acaba ne yapılmak isteniyor derken göç dalgası Kuzey Kürdistan’da yoğunlaşıyor. Afrin ve diğer işgallerin çerçevesi Vietnam’da çizilmişti. Bu biliniyor. Yeni göç dalgasının olası sonuçları da acaba bir NATO planı olarak mı karşımızda duruyor? Çoğu 30 yaş civarında olan on binlerce genç erkek yüzlerce kişilik gruplar halinde adeta bir ülkeyi işgal eder gibi Kürdistan kentlerine akın ediyor. DAİŞ’de böyle güpegündüz siyah bayrakları ve silahlı pikapları ile hiçbir engel tanımadan kentleri işgal etmişti. Acaba şimdi sivil görünümlü olan bu insanlar silahlanacakları günü mü bekliyor? Bu soru öz savunmaya neden şimdi hemen ihtiyaç duyulduğunun da gerekçesi oluyor.

Kısacası yaşanan göçler elbette insanlığın yüreğini kanatıyor. Ama ortada bir göçertme siyaseti var. Bugün onlara yardım ettiklerini söyleyen güçler bu siyaseti yürütüyor. Ortaçağ’da köleler gemi ambarlarında ya da farklı biçimlerde kapitalizme kan vermek için taşındıysa bugün de göçmenlere öylesi bir misyon yükleniyor.

İncil’de tarif edildiği gibi sahte Mesih öncülüğünde mahşerin dört atlısının yarattığı kıyamet tablosu dünyamızı kasıp kavuruyor. Dünya ve insanlık görülmemiş bir felaketle karşı karşıya bulunuyor. Çözüm Önder APO’nun öngördüğü Demokratik Konfedaral sistemde yatıyor. Çözüm, İnsanların yaratılan kaos ortamında birbirini yok edecek pozisyona girmemesi ve kapitalizme kölece bağlarla bağlanmaması için demokratik özerklik ile ete kemiğe bürünmüş demokratik ulus projesinden geçiyor. Elbette bu projenin gerçekleşebilmesi için de Kürtlerin ve halkların özgüce dayalı mücadele birliği kaçınılmaz oluyor.

Eğer savaşlara, hastalıklara, açlığa ve küresel felaketlere bağlı olarak geliştirilen göç siyasetine engel olunmak isteniyorsa Demokratik, Ekolojik ve Kadın Özgürlükçü toplum modelini gerçekleştirmek inşa çalışmalarına daha bilinçli ve aktif olarak katılalım.