Küresel güçlerin hesaplaşma alanı olarak Afganistan

Küresel güçlerin hesaplaşma alanı olarak Afganistan
1 Sep 2021   00:06

Halil Cemal

ABD “muharip” güçlerinin Afganistan’dan çekilmesi ve Irak’tan da yıl sonuna kadar çekileceğinin açıklanması ile birlikte bölgemizde farklı tartışmalar da gündeme girdi.

Doğal olarak da bu tartışmalar içinde bölgemiz için en önemli konu olan Kürtler ve Kürdistan yer aldı. “ABD Irak’tan çekilirse Güney Kürdistan’ın ya da Suriye’den çekilirse Rojava’nın kaderi ne olacak?” sorusu esas gündemi oluşturdu. Ya da “ABD çekilsin siz o zaman görürsünüz!” şeklindeki tehditvari yaklaşımlar da öne çıktı.

Neden?

Çünkü Kürtler Birinci dünya savaşı sonunda yapılan antlaşmalar ve paylaşımlar üzerinden yok sayıldı. Yani 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan antlaşması ile birlikte küresel güçler Kürtleri mezara gömmek istedi. Ağrı İsyanı sonrası, 19 eylül 1930 tarihli Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan bir karikatürle “Muhayyel Kürdistan Burada Metfundur” denilerek, Kürtlerin artık ölü olduğu TC tarafından resmen ilan edildi. Böylece “en iyi Kürt” tarifi de yapılmış oldu.

Elbette pratikte işler bu tarif üzerine yürümedi. Kürtler var olduklarını çeşitli yöntemlerle ilan etmekten geri durmadı. Ulusal birlikten yoksun bu yöntemler yabancı güçlerden de beklentiyi besledi. Yani Kürtler kendilerinden çok yabancı güçlere inanmaya ve onlar eliyle kurtuluş beklemeye başladı. Kürt öncülükler de buna göre şekillendi. Yenilgi sebebi de dış destekten yoksunluğa yorumlandı. 20. Yy boyunca Kürtlerin varlığı genel olarak kabul görmedi. İnkar edildi. Kürtlere karşı geliştirilen her türden insanlık suçu ve soykırım görmezden gelindi. Hatta teşfik edildi. O nedenle de bölge sömürgeci devletleri Kürtlere karşı çok pervasız şekilde saldırılarını sürdürdü.

Bu saldırılara ve inkar politikalarına karşı Kürtler, Ulusal birlikten ve özgürlük perspektifinden yoksun bir şekilde olsa da Dersim’den Mahabat’a, Güney’den Kuzey’e tüm Kürdistan parçalarında “Biz varız, yaşıyoruz” demeye devam etti. En son Önder APO öncülüğünde gelişen ve Kürdistan’ın tüm parçalarında oluşan ulusal birlik perspektifi ile “Varlığı ilan etme” mücadelesi farklı bir aşamaya evrildi.

Bu durum sadece bölgemiz için değil, dünya açısından da yeni bir durum anlamına geliyordu. O nedenle de Kürtlerin bu şekildeki çıkışı kısa sürede Küresel hegomonik güçlerin müdahelesi ile karşılaştı. Körfez savaşıyla başlayan ve Uluslararası Komplo ile devam eden 3. Dünya savaşı da bu müdahelenin bir dönüm noktası oldu.

Bu süreç aynı zamanda farklı yanılsamalı yaklaşımları da beraberinde getirdi. Körfez Savaşı Irak Saddam Yönetimine karşı bir müdahale idi. Müdahale eden güç de ABD idi. Bu müdahale sonucunda fiili olarak başını ABD’nin çektiği “Çevik Güç”ün koruması altında Güney Kürdistan statusü yapılanmaya başladı. O nedenle de genel olarak “Kürtler ABD olmadan yaşayamaz” şeklinde bir algı oluşmaya başladı. Bölge sömürgeci güçleri ve küresel güçler tarafından bu şekilde pompalanan bir algı operasyonu, ulus devletçi ırkçı-sosyal şoven sağ ve sol güçlerin neredeyse tümü tarafından benimsendi. Bir kısım Kürtler içinde de “ABD olmazsa biz de olmayız” şeklinde bir anlayış gelişti. Bu anlayış giderek derinleştirildi.

ABD’ nin Afganistan ve Irak’tan askerlerini çekmesi ve Suriye’den çekme ihtimali arasında bir bağlantı kuran Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimine bir çağrı yaptı.  Lavrov “ABD askerlerini çekecek Şam yönetimi ile diyaloğa geçin” diyerek o yaratılmak istenen algıyı bir kez daha hatırlattı. Ama Lavrov’un da çok iyi bildiği gibi Koalisyon güçleri buradayken de, iç karışıklıklar olduğu dönemde de Özerk Yönetim, Şam yönetimi ile sürekli diyalog arayışı içinde oldu. Olmaya da devam ediyor.

Kısacası ABD’ nin bölgedeki askeri güçlerini çekmesi ve ondan sonra olacaklar ile ilgili ilk tepki Lavrov’dan gelmiş oldu.

ABD’nin Dış müdahalelerdeki dönüm noktası

ABD, Güney Vietnam savaşının belli bir aşamasında Nixon’un başkan seçilmesinden sonra 1969 ortalarından itibaren Vetnam’dan askerlerini çekme konusunu “eve dönüş” başlığı altında tartışmaya başladı. Çünkü ABD kamuoyu çocuklarının oralarda ölmemesi, yaralanmaması gerektiğini dile getirmeye başlamıştı. Sonuçta ABD yaklaşık 40 bin askerini kaybettikten ve daha fazla sayıda yaralı verdikten sonra Vietnam’dan çekilmek zorunda kaldı. Savunduğu işbirlikçi hükümet de bu çekilme arkasından yıkıldı ve Kuzey ve Güney Vietnam birleşti. Bu süreçle birlikte ABD kamuoyunda başka ülkelere asker gönderme konusunda bir hassasiyet oluştu. Kamuoyunda oluşan bu hassasiyet ABD hükümetlerine “Vietnam Sendromu” olarak yansıdı.

O nedenle ABD, Vietnam savaşı içerisinde Nixon döneminden başlayarak “Vietnamlılaştırma” olarak tanımlanan politikalar çerçevesinde daha çok yerel güçlerle iş yapmayı tercih etti. Nixon, “Vietnamlaştırma”nın iki bileşeni olduğunu söyledi. Birincisi "Güney Vietnamlıların silahlı kuvvetlerini sayı, teçhizat, liderlik ve savaş becerileri bakımından güçlendirmek", ikincisi ise "Güney Vietnam'daki barışçıllaştırma programının [yani sivillere askeri yardımın] genişletilmesi" idi.

Bir yeni sömürgecilik uygulaması da olan bu politikayı ABD, Vietnam yenilgisinden sonra bir çok ülkede “eğit-donat” projesi ile örgütleyip savaştırdıkları yerel güçleri esas aldı. Bu çerçevede ABD teknik donanım, eğitim ve koordine elemanları, istihbarat çalışanlarını dış müdahaleler için esas almıştır. Yardımlaşma kurumları adı altında oluşturulan merkezler de bu tür savaşların asıl araçları olarak örgütlendirilmiştir. En son muharip güçlerini çekme kararı aldığı Afganistan’dan öncelikli olarak “sivil toplum kuruluşları” olarak örgütlenen “yardım kurumları”nda çalışanlar ile diğer işbirliği yapanlar ve ailelerini de kapsayan en az 100 bin Afgan'ın ülkeden tahliye edilme olasılığı bu durumu izah etmeye yetmektedir. Bunların bir kısmı ABD’ ye önemli bir kısmı da bölge ülkelerine taşınacaktır denilmektedir.

Bu sendromun ve Vietnamlılaştırma politikasının günümüze kadar süren etkisi dışında teknolojik gelişmeyle bağlantılı olarak çoğu kez muharip güce ihtiyaç duyulmadan da dış ülkelere müdahale imkanları doğmuştur. Bütün bunlarla bağlantılı olarak geliştirilen uzaktan kumandalı ya da yapay zeka donanımlı insansız araçların yeni dönem savaşlarında önemli rol oynadığı ve giderek daha etkili rol oynayacağı biliniyor.

Bütün bu veriler ışığında ABD, gerçekten bugün Afganistan’dan çekiliyor mu ve Irak’tan çekilmek istiyor mu? Şeklinde bir soru da sorulabilir.

Vietnam’da olduğu gibi yenilgi koşulları dışında  hiç bir kapitalist güç gönüllü olarak ya da biraz zorlandı diye kendi pazarından vazgeçmez. Hem de pazar paylaşımı için sürdürülen bu 3. Dünya savaşı koşullarında bu hiç mümkün değil. O zaman geri çekilmeleri ve bölgemize olası yansımalarını nasıl değerlendirmek gerekir?

ABD başkanlarından Richard Nixon Vietnam’da yaşadıkları yenilgiyi gizlemek için ABD ve dünya kamuoyunun baskısıyla ‘çocuklar eve dönsün” diyerek “savaşan askerlerin küçük kardeşlerinin de aynı acıyı çekmemesi için” Vietnam’dan çekileceklerini açıkladı. Bugün nedeni aynı olmasa bile benzeri bir politika Donald Trump dönemiyle başlatılmış bulunmaktadır.

Donald Trump, 'sonsuz savaşlara son verme' şeklinde formüle ettiği bir politika ile “Kendi sorunlarını kendileri çözsün” diyerek öncelikli olarak  Ekim 2019 da askerlerini Kuzey ve Doğu Suriye’den çekme kararı aldı. Ve hemen uygulamaya koydu.  Şimdi ise Nixon döneminde başlayan süreç ABD başkanı Biden’le birlikte yeni bir aşamaya evrildi. Bu gelişmeler de gösteriyor ki askeri güç çekme politikası şu ya da bu devlet başkanı veya Cumhuriyetçiler ve Demokrat Parti iktidarlarından bağımsız olarak bir devlet politikası olarak yürütülüyor.

2. Dünya savaşı sonrası dünyanın yeni efendisi olduğunu ilan eden ABD, egemenlik altına aldığı ya da pazarı haline getirdiği ülkelerde daha çok inşaa ettiği askeri üsler ve yardım adı altında yaptığı mali desteği ile kendisini görünür kılıyordu. Dünyanın 1/3 ünde etkinliğini kurmuş olan reel de olsa sosyalist ülkelerin varlığı ve ulusal kurtuluş hareketlerinin oldukça yaygın olduğu bir dünyada başta ABD olmak üzere tüm küresel güçler için başka bir seçenek de yok gibiydi. O nedenle NATO bir siyasal/askeri güç olarak oluştu. NATO’nun askeri gücü ve mali giderlerinin önemli bir bölümü de ABD tarafından karşılandı.

Marshal-Truman planları da dünyanın egemenlik altına alınması için geliştirildi. Trump’un başkanlık süreciyle birlikte ABD’nin egemenlik alanlarında askeri ve mali görünürlük stratejisi tümüyle gözden geçirildi.

Böylece NATO’nun varlığının tartışılması süreci başladı. Ve NATO’nun ağılıklı olarak ABD tarafından karşılanan mali-askeri yükü üye ülkeler arasında yeniden pay edildi. Başta BM olmak üzere tüm uluslararası kurumlara ABD’nin sunduğu maddi destek önemli oranda kesildi. Suudi Arabistan, Kuveyt ve Ürdün gibi bazı bölge ülkelerinden de hava savunma gücü geri çekildi. Birbiriyle savaşan devletler ve güçlere sunulan hibe yollu destekler yerine silah satışı esas alındı. Bu temelde sadece suudi Arabistan ile 300 milyar dolarlık silah satış antlaşması imzalandı. Eğit-donat projesi çerçevesinde yaygınlaşan silahlı müdahalelerde “muharip güç” yerine eğitmen-danışman gönderme politikası esas alınmaya başlandı.

Bütün bunlar ve diğer uygulamalar da gösteriyor ki ABD, egemenlik alanlarında ya da egemenlik kurmak istediği alanlarda yeni bir askeri, mali strateji geliştirmektedir. Vietnam yenilgisinden sonra hızlanan bu süreç 21. Yy da nitelik bir değişimle tamamlanmak istenmektedir. İşte yeni ABD Başkanı Joe Biden de bu stratejik değişiklik projesini uygulamaya çalışmaktadır. Yani olaya Vietnam’da yaşanan yenilginin bir benzeri ya da Trump’un politikası gibi bakmamak gerekir. Çünkü yıkılan Afgan hükümeti de, Taliban da ABD tarafından beslenen-desteklenen sistem içi iki güç. Vietnam devrimcileri tüm yetmezliklerine ragmen ABD şahsında kapitalist/emperyalist sisteme karşı direnen bir güçtü. Yani sistem dışıydı. O nedenle rahatlıkla “ABD orada yenildi” denilebilir.

19-20 Kasım 2010 yılında Lizbon’da yapılan NATO zirvesinde “eğer koşullar uygun olursa” NATO güçlerinin Afganistan’dan çekilme kararı vardı. NATO ve ABD için koşullar ancak 2021 yılında yani Lizbon zirvesinden 10 yıl sonra olgunlaşmış bulunmaktadır. Sadece bir farkla NATO Afganistan da at değiştirmiştir. Hükümet yerine Taliban atına binmeyi tercih etmiştir. Zaten bu temelde ABD, Talibanla uzun bir süredir görüşüyordu. Görüşmeleri başlatmak için Trump, BAE’lerinde tutuklu bulunan Taliban Siyasi Ofis Başkanı Molla Abdulgani Berader’in serbest bırakılmasını sağladı. Taliban’ın Katar’da temsilcilik açtırarak görüşmeleri başlattı.

ABD’nin yeni Afgan politikasına uygun olarak da Rusya bu görüşme sürecine parelel olarak Taliban ile Moskova görüşmelerini geliştirdi. Bu anlaşmalar dizisine farklı biçimler de Çin de dahil oldu. Yani öyle anlaşılıyor ki Afganistan küresel güçlerin projelerinin çatışma merkezi haline geldi. Bu durum 3. Dünya savaşında yeni bir aşamayı ifade etmektedir.

Geri çekilme süreci ile birlikte özellikle Başkent Kabil’de meydana gelen patlamalar ve katliamların da gösterdiği gibi Genişletilmiş Ortadoğu, Avrasyacılık ve Kuşak-Yol projeleri bu çografya da çok şiddetli bir çatışma sürecine girecektir. Bu çatışma Suriye’de yürütülen savaşı kat kat aşacağa benzemektedir. Başlayan mülteci akını bunun ilk verilerinden biri olmaktadır. Aynı Suriye’de olduğu gibi Afganistan göçlerinin de Türkiye üzerinde yoğunlaşmasına bakınca bu yeni savaş merkezi için Türkiye’ye de bir görev verilmiştir denilebilir.

TC’ye verilen görev denilince ilk akla gelen Kabil hava alanı olmaktadır. Hava alanı kontrolü demek hayal edilebilecek herşeyin uluslararası dolaşıma girmesi anlamına gelmektedir. İşin içinde Faşist TC devleti olunca herşey kapsamında ilk sıralarda uyuşturucu ve militant sevkiyatı yer almaktadır. AKP/MHP faşist iktidarının bu kısa tarihi bu nakliyatın örnekleriyle doludur. Belki de dünya tarhinde ilk kez bu denli açık bir şekilde terör ve uyuşturucu dolaşımını hem de alenen dünya piyasasına sokan başka bir güç olmamıştır. Elbette Libya’dan Irak’a, Suriye’den Amerika’ya, Avrupa’ya ya da tersinden yapılan bu dolaşım, başta NATO olmak üzere diğer küresel güçlerden bağımsız değildir.

Şimdi faşist AKP/MHP iktidarının şefi, öyle anlaşılıyor ki Genişletilmiş Ortadoğu Projesinin eş başkanlığına talip olmuştur. Eğer BOP eşbaşkanlığı gibi GOP eşbaşkanlığı Kabul görürürse o zaman Faşist AKP’MHP iktidarı son alınan NATO kararları çerçevesinde yeşil kuşak projesini güncelleyerek tüm islam alemini Çin ve Rusya’yı kuşatmak  ve etkisisleştirmek için kullanacaktır. Doğal olarak da bu kuşatma ve etkisizleştirme mücadelesi ilk elden İran’da sonuç almaya çalışacaktır.

Faşist AKP/MHP iktidarı şu anda bu üç proje sahibi ile pazarlık içinde kendisine yeni imkanlar yaratmak istemektedir. Bu imkanları da ilk elden Önder Abdullah Öcalan’ın Demokratik Ortadoğu Projesini gerçekleştirmek isteyen Özgürlük hareketine karşı kullanmaktadır. Dikkat edilirse Kuzey’de, Güney’de, Rojava’da ve dünyanın her yerinde özgürlük haraketini tasfiye etmek için her türlü insanlık suçunu işlemekten çekinmemektedir. Ve bu konuda hiç bir güç faşist iktidarı kınamayı bile aklına getirmemektedir. İşte Afganistan kapısı Faşist AKP/MHP iktidarına özgürlük hareketine karşı savaşta yeni imkanlar yaratma ortamı sunmaktadır. O nedenle de Kürdistan’ın her tarafında gerçekleştirdiği en son saldırıları bu imkanlardan aldığı güçle yapmaktadır.

Suriye savaşı çok acılı geçti/geçmeye devam ediyor. Ama kimse istediği sonucu alamadı. Yaratılmak istenen kaos yeterince derinleşmedi. Bunun nedeni Rojava devrimcilerinin Önderliğin üçüncü yol çizgisini izlemesinden ve bu konudaki kararlı tutumundan kaynaklamaktadır. Afganistan için de benzeri bir çizgi geliştirilebilirse dördüncü bir proje olarak demokratik konfederalizm çizgisi sürecin daha az sancılı gelişmesini ve Afgan halklarının lehine sonuçlanmasını da beraberinde getirecektir.