Özgür Basın şehitleri

Özgür Basın’ın 46 yıllık hakikat ve özgürlük arayışında 100'e yakın gazeteci şehit düşerek, Özgür Basın’ın sembolü oldu.

Özgür Basın şehitleri
Özgür Basın şehitleri
Özgür Basın şehitleri
Özgür Basın şehitleri
Özgür Basın şehitleri
23 Apr 2024   03:50
HABER MERKEZİ
MEDYA HENAN

Özgür Basın mücadelesi, Kürt halkının mücadele tarihinde birçok önemli aşamadan geçmiş ve Kürdistan’ın gerçeklerini her fırsatta aktararak, Kürtlerin yaşadıklarını kamuoyuna tüm zorluklara rağmen sunmayı başardı. Kürdistan'a yönelik aralıksız saldırılarına rağmen Özgür Basın çalışanları, cesurca gerçekleri dile getirerek, gerçeğin ve toplumun sesi oldular. Gazete, radyo, kanal ve ajansların tüm basın alanlarında ilk adımlar atıldı, her alanda örnek oldular. 

Mazlum Doğan, Serxwebun Gazetesi ile Özgür Basın tarihinin öncü isimlerinden oldu. 1979 yılında tutuklanan Doğan, Diyarbakır Zindanı’nda tutuklu kaldı. Burada da gazetecilik mesleğini sürdürdü ve tamamı elle yazılan Hawar Dergisi’ni çıkarıp zindandaki tutuklulara dağıttı.

Mazlum Doğan, 21 Mart 1982’de Diyarbakır (Amed) E Tipi Zindan’daki hücresinde tüm insanların belleklerine “Çağdaş Kawa” olarak yerleşmek üzere faşizme karşı Newroz’u üç kibrit çöpüyle kutlayarak, fedai eylem gerçekleştirdi.

Kuzey ve Doğu Suriye: Şehit gazeteciler;

“- Mazlum Bagok (Ehmed Sedo) 1992’de Qamişlo’da doğdu. Kuzey ve Doğu Suriye'nin ilk şehit gazetecisidir. 28 Eylül 2014'te Rojavayê Kurdistan ile Şengal arasındaki insani koridorun açılması için düzenlenen eyleme yönelik yapılan saldırıda şehit düştü.

- Halk Savunma Birlikleri (YPG) Basın İrtibat üyesi Rêwan Zagros (Kadar Xelef), 21 Ocak 2014'te Cizîrê Kantonu’nun Ceza beldesine bağlı Filistin köyünde YPG direnişini takip ederken şehit düştü.

- Kobanê'de doğan Bahoz Horan, Kobanê’nin DAIŞ’ten kurtarılması için yürütülen mücadeleyi takip ediyordu. 1 Aralık 2015'te Kobanê’de şehit oldu.

- Agirî Yılmaz (Meryem Mihemed) 1995’te Reqa'da dünyaya geldi. Kobanê’nin DAIŞ çetelerinden kurtarılması amacıyla düzenlenen operasyonları takip ediyordu. 13 Nisan 2013'te Xan Mamed köyünde şehit düştü.

-Arîn Cûdi (Ahîn Fayiq Îbrahîm), Tirbespiyê'nin Maşuq köyündendir ve 1996 doğumludur. 2016’da Hesekê'nin Hol bölgesinde mayın patlaması sonucunda şehit oldu.

- Aram Can (Aram Mihemed Ebdullah) YPG Basın İrtibat Merkezi üyesiydi. 2 Haziran 2016'da Minbic'in DAIŞ çetelerinden kurtarılması amacıyla düzenlenen operasyonları takip ederken, şehit düştü.

- Mustafa Mihemed Şükrî 1987’de işgal altındaki Girê Spî ilçesinde doğdu. Ronahi TV’nin muhabiriydi ve 19 Temmuz 2016'da Minbic'i özgürleştirme hamlesini takip ederken, şehit oldu.

- YPG Basın İrtibat Merkezi üyesi Rustem Çîlo (Selah Sîdo), Kasım 2016'da işgalci Türk devletinin Şehba bölgesine yönelik bombardımanında şehit düştü.

- Kadın Savunma Birlikleri (YPJ) üyesi olan Eylül Nûhilat (Ronahî Ömer), 20 Kasım 2016'da Şehba kırsalının özgürleştirilmesi hamlesini takip ettiği sırada, yapılan saldırıda şehit düştü.

- Mihemed Aksoy (Firas Dağ), Bakûrê Kürdistan'ın Mereş'in Elbistan ilçesinde doğdu. YPG Basın İrtibat Merkezi üyesi olan Mihemed Aksoy, 26 Eylül 2017'de DAIŞ çetelerinin YPG noktalarına yönelik yaptığı saldırıda şehit düştü.

- Xerîb Welat (Xerîb Reşo) YPG Basını kurucularından biriydi. 1996’da işgal altındaki Efrin'in Sînka köyünde doğdu. 21 Nisan 2017'de Reqa'yı özgürleştirme hamlesini takip ettiği sırada şehit düştü.

- Rêwan Gênco (Ehmed Hesen Hemo), Tirbespiyê ilçesinin Bayandor köyündendir. YPG Basın İrtibat Merkezi üyesi olan Rêwan Gênco, 25 Nisan 2017'de Dêrik'in Qereçox köyüne düzenlenen bombardımanda şehit oldu.

- Heqî Bagok (Jelal Hesen), 1988 yılında Tirbespiyê'nin Etbê köyünde doğdu ve 25 Nisan 2017'de işgalci Türk devletinin Qareçox Dağı'na yönelik bombardımanında şehit oldu.

- Dêrik ilçesinden olan Şilan Botan (Rîm Xeşman), 25 Nisan 2017'de işgalci Türk devletinin Qereçox Dağı’na yönelik bombardımanında şehit oldu.

- Hawar Haber Ajansı (ANHA) muhabiri Dilîşan Îbiş, 1991’de Kobanê'de doğdu. 12 Ekim 2017'de DAIŞ çetelerinin Fırat Nehri'nin doğusunda düzenlediği intihar saldırısında şehit oldu.

- Hogir Mihemed, Qamişlo’da ANHA muhabiri olarak görev yapıyordu. 12 Ekim 2017'de DAIŞ çetelerinin Fırat Nehri’nin doğusunda düzenlediği intihar saldırısında şehit düştü.

- ANHA muhabiri Rizgar Adanmiş (Rizgar Deniz), 20 Ocak 2017'de Dêrazor kırsalında düzenlenen saldırıda yaralandı. Hastanede uzun süre tedavi gördü. Ancak yapılan tüm müdahalelere rağmen kurtarılamayarak, şehit düştü.

- Efrinli olan Tolhildan Welat (Öcalan Ehmed), YPG Basın İrtibat Merkezi üyesiydi. 23 Aralık 2018'de Çağın Direnişi'nde şehit düştü.

- Demokratik Suriye Güçleri (SDG) Basın Merkezi üyesi olan İsmail Xelil, 29 Aralık 2018'de şehit oldu.

- YPJ Basın Merkezi üyesi Rohenda Efrîn, 2018’de Cindirês'te Çağın Direnişi'nde şehit düştü.

- Til Temirli olan ANHA muhabiri Seid Mihemed Seîd Şêxmûs El Ehmed, 13 Ekim 2019'da Serêkaniyê’ye giden canlı kalkanları takip ederken, işgalci Türk devletinin bombardımanında şehit düştü.

- Efrinli olan Mihemed Hisên Reşo, Çira TV’nin muhabiriydi. Serêkaniyê’ye giden canlı kalkanları takip ederken, 13 Ekim 2019'de Türk devletinin saldırısında şehit düştü.

- Bakûrê Kürdistan’ın Gever ilçesinden olan Dilovan Gever (Dilan Ölmez), işgalci Türk devletinin 13 Ekim 2019’da Girê Spî köylerine yönelik saldırılarında şehit düştü.

 -Bakûrê Kürdistanlı olan Welat (Wedad Erdemci), 10 Ekim 2019'da işgalci Türk devletinin Serêkaniyê’yeyönelik yapılan bombardımanda şehit düştü.

- Frî Bor Marincir Basını üyesi olan Zîzis Sînke, 2019’de işgalci Türk devletinin Til Temir'e yönelik bombardımanında şehit düştü.

- Dêrikli olan ANHA muhabiri Îsam Ebdullah, işgalci Türk devletinin 20 Kasım 2022’de Dêrik ilçesine bağlı Teqilbeqil köyüne yönelik bombardımanında şehit düştü.

- Jin TV çalışanı olan Necmedîn Feysel El Hac Sînan, 23 Ağustos 2023'te işgalci Türk devletinin yaptığı saldırıda şehit düştü.

-Gazeteci ve yazar Seyid Evran, 22 Eylül 2023'te yaşadığı kalp rahatsızlığından sonra şehit düştü.

ŞEHİT GAZETECİLER:

“10 Ocak: Bahattin Karakütük, Roj TV, 2005

19 Ocak: Orhan Karağar, Dağıtımcı, 1993

2 Şubat: Cemal Akar, Özgür Ülke, 1993

18 Şubat: Kemal Kılıç, Özgür Gündem, 1993

24 Şubat: Cengiz Altun, Yeni Ülke, 1992

26 Şubat: Rohat Aktaş, Azadiya Welat, 2016

12 Mart: Nazım Babaoğlu, Özgür Gündem, 1994

19 Mart: Volkan Eryiğit, DİHA, 2004

24 Mart: Burhan Karadeniz, Özgür Gündem, 2003

1 Nisan: Halil Uysal, Med TV, 2008

4 Nisan: Metin Alataş, Azadiya Welat, 2010

11 Nisan: Enver Polat, Özgür Politika, 1998

4 Haziran: Teğmen Demir, Dağıtımcı, 1993

8 Haziran: Hafız Akdemir, Özgür Gündem, 1992

14 Haziran: Haşim Yaşa, Dağıtımcı, 1993

25 Haziran: Hasan Aydın, Dağıtımcı, 1999

29 Haziran: Mazlum Erenci, DİHA, 2011

9 Temmuz: Nesrin Teke, Özgür Halk, 2000

14 Temmuz: İdris Atak, Özgür Halk, 2004

19 Temmuz: Ayfer Serçe, ANF, 2006

28 Temmuz: Ferhat Tepe, Özgür Gündem, 1993

30 Temmuz: Çetin Ababay, Özgür Halk, 1992

31 Temmuz: Yahya Orhan, Özgür Gündem, 1992

3 Ağustos: Esen Aslan, Özgür Halk, 2000

8 Ağustos: Deniz Fırat, Maxmur Gazetesi, 2014

10 Ağustos: Hüseyin Deniz, Özgür Gündem, 1992

23 Ağustos: Hıdır Çelik, Dağıtımcı, 1994

29 Ağustos: Safyettin Tepe, Yeni Politika, 1995

30 Ağustos: Mehmet Şenol, Özgür Gündem, 1994

14 Eylül: Sinan C. Kahraman, Özgür Politika, 1998

20 Eylül: Musa Anter, Özgür Gündem, 1992

28 Eylül: Zülküf Akkaya, Dağıtımcı, 1993

28 Eylül: Engin Kişin, Özgür Halk, 1999

7 Ekim: Gurbetelli Ersöz, Özgür Gündem, 1997

14 Ekim: Kadri Bağdu, Dağıtımcı, 2014

27 Ekim: Behzat Eraslan, Özgür Gündem, 1999

9 Kasım: Adil Başkan, Dağıtımcı, 1993

10 Kasım: Yalçın Yaşa, Dağıtımcı, 1993

19 Kasım: Kadir İpeksürer, Dağıtımcı, 1993

21 Kasım: Halil Adanır, Dağıtımcı, 1992

27 Kasım: Adnan Işık, Dağıtımcı, 1993

27 Kasım: Nihat Yakut, Dağıtımcı, 1998

3 Aralık: Mehmet Sencer, Dağıtımcı, 1993

3 Aralık: Ersin Yıldız, Özgür Ülke, 1994

4 Aralık: Musa Dürü, Dağıtımcı, 1993

15 Aralık: Kemal Ekinci, Dağıtımcı, 1992

31 Aralık: Lokman Gündüz, Dağıtımcı, 1992

Onların sayesinde...

Şehit, İslami bir sıfat olarak kabul edilse de başka dinlerde de -hatta laik düzende de- kullanılan bir deyim. Görevi başındayken ölen, özellikle de öldürülen kişiler için kullanılıyor. Bu yüzden, görevi başında, görevini ifa ederken öldürülen gazeteci arkadaşlarımız için bizler de "şehit' sıfatını kullanıyoruz.

Son 34 yılda, Özgür Basın Geleneği olarak 50'den fazla Türkçe, 20'den fazla da Kürtçe haftalık ya da günlük gazete çıkardık. İşte bu dönemde, sırf gazetecilik yaptıkları, sırf gazetemizi dağıttıkları için 50'den fazla arkadaşımız öldürüldü ya da daha doğru deyimle katledildi.

Gazetelerimizi çıkardığımız dönemde Kürt halkı başta olmak üzere ülkemizdeki halklardan hak mücadelesi içindeki pek çok kişi katledildi. Bu dönemde, böylesi katliamdan bizler de nasibimizi aldık. Hem de çok ağır bir şekilde.

Bu bölümde, şehit gazeteci arkadaşlarımızın yaşam öykülerini derlemeye çalıştık. İsteriz ki, onlar hiç unutulmasın; çünkü bugün ulaştığımız muazzam medya ortamı en başta onların sayesindedir. Anıları önünde saygıyla eğiliyoruz!

CENGİZ ALTUN

Özgür Basın Geleneği’nin ilk şehidi Cengiz Altun, 9 Temmuz 1968 günü Batman’ın Gercüş ilçesine bağlı Hisar beldesinde dünyaya geldi. İlk, orta ve lise öğrenimini Batman’da tamamlayan Cengiz, 1990 yılında Batman Meslek Yüksek Okulu Motor Bölümü’ne kayıt yaptırmıştı.

Cengiz, gazeteciliğe 1991 yılında bu öğrencilik döneminde haftalık Yeni Ülke Gazetesi’nde başladı. Cengiz, yurtsever bir ailede büyümüş olması nedeniyle, Kürt Özgürlük Hareketi’yle de yakından ilgiliydi. Gazeteciliğe de bu çerçevede katılmıştı. Bu yüzden, o gerçeğin kararlı ve aydınlık duruşunu temsil ediyordu.

Halk Gerçeği ile başlayıp, Yeni Ülke ile devam eden Kürt gazeteciliği, o günlerde yeni yeni gelişiyordu ve bu durum devleti derinden kaygılandırıyordu. Çünkü savaş konsepti devredeydi ve basın tamamen susturulmuştu. Böylesi bir dönemde Cengiz, Batman’dan gelişen halk serhıldanının sesini dünyaya duyurmaya çabalayanlardan biriydi.

1990’ların başlarında bölgede gelişen kontrgerilla saldırıları giderek yaygınlık göstermeye başladı. Bu faaliyetlerin bir merkezi de Batman’dı. Cengiz buradan, olan biteni gazeteye gönderiyor, oradan da hem kayıt altına alınıyor hem de dünyaya duyuruluyordu.

Böylesi bir gazeteciliğin bedeli ağırdı elbette ve nitekim bu bedeli de canı pahasına ödedi. Baskıcı ve otoriter devlet, o dönemde açıkça/gizlice katlederek tümden halkı ve basınını susturma niyetindeydi. Ancak Cengiz iyi bir gazeteciydi ve dönemin zor şartlarında canı pahasına haber yapıyordu. Bu yüzden, her gün tehditler alıyordu.

Her defasında tehditler aldığını Batman Cumhuriyet Savcılığı’na verdiği dilekçelerle belirtmiş; ancak savcılık başvurularını ciddiye almamıştı. Bölgede işlenen cinayetlerle birlikte kendisine yönelik tehditler de artınca, Cengiz 1991 yılı Kasım ayında savcılığa son bir dilekçe daha verdi.

Ancak bu dilekçeden tam üç ay sonra Cengiz, Türkiye’de katledilen ilk özgür basın şehidi oldu. 24 Şubat 1992 günü sabah saat 08:15 sıralarında Batman’daki gazete bürosuna doğru yola çıkan Cengiz, Mehtap Caddesi üzerinde bulunan Hacı Şirin Camii önünde çapraz saldırıya uğradı. Cengiz'in cenazesi o yıllarda görülmemiş büyüklükteki kitlesel katılımla kaldırıldı.

Cinayetten yaklaşık bir yıl sonra, Diyarbakır-Mardin karayolu Odabağ Kavşağı’nda kimlik kontrolü ve arama yapan Diyarbakır Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şubesi polisleri, İsmail Emsen adlı bir kişiyi, üzerinde 9 milimetre çapında ruhsatsız bir tabanca ile yakaladı. Silah üzerinde yapılan balistik incelemede, gazeteci Cengiz Altun’un bu tabancayla öldürüldüğü belirlendi.

İsmail Emsen polise verdiği ifadede, “Hizbullah” taraftarı olduğunu ve tabancayı kendisini korumak için kardeşi Metin Emsen’den aldığını söyledi.

İsmail Emsen, tutuklanarak Diyarbakır Cezaevi’ne konuldu. Ancak polis bu aşamadan sonra, ne Metin Emsen’i buldu ne de olay hakkında detaylı bir soruşturma yaptı. İsmail Emsen ise Cengiz Altun’un öldürülmesiyle ilgili olarak değil, “ruhsatsız silah bulundurmak” suçundan tutuklandı ve kısa bir süre sonra serbest bırakıldı.

Cengiz Altun’un öldürülmesinden dört, İsmail Emsen’in yakalanmasından tam üç yıl sonra Susurluk’ta meydana gelen kazayla birlikte iyice belirginleşen kontrgerilla gerçeği üzerine “Susurluk Raporu”nu hazırlayan dönemin Başbakanlık Teftiş Kurulu Başkanı Kutlu Savaş, bölgede öldürülen diğer gazetecilerle birlikte Cengiz’in de devlet tarafından öldürüldüğünü itiraf etti.

HAFIZ AKDEMİR

Hafız Akdemir, Diyarbakır'ın Lice ilçesinde 1965 yılında doğdu. Annesi evde altı çocuğunu büyütmek için çalıştı, babası ise mahalle bakkallığı yaparak evin geçimini sağladı. 24 yaşındayken babasını kaybeden Hafız, lisede okurken, 1984 yılında Kürdistan Ulusal Kurtuluş (KUK) adlı örgütün sempatizanı olarak tutuklandı ve hüküm giydi. Diyarbakır Askeri Cezaevi'nde direnişlere katıldı ve daha sonra gönderildiği Eskişehir ve Aydın cezaevlerinde Heyamola ve Kardelen isimli dergiler çıkardı.

1984'den 1991'e kadar süren yedi yıllık zindan yaşantısından sonra Yeni Ülke gazetesinde muhabirliğe başladı. Eskişehir E Tipi Cezaevi'nde 52 gün açlık grevinde kaldığı için tahliye olunca üç ay tedavi gördü. Yeni Ülke gazetesinde bir yıl kadar çalıştıktan sonra Özgür Gündem gazetesinin Diyarbakır bürosunda muhabirliğe devam etti.

Tek alanda uzmanlaşmak yerine her habere giderdi. Halkın Emek Partisi (HEP) binalarındaki açlık grevlerinin, Tekel'deki işçi direnişlerinin, işkence görenlerin veya köyü yakılanların haberlerini yaptı. Bir defasında yazdığı izlenim için "Rojin Pale" ismini kullanmıştı.

Hizbullah ve kontrgerilla hakkındaki haberlerinden ötürü Hafız göze batmıştı. Hatta bir sabah gazetenin kapısında "Kaleminiz kırılacak, sıra sizde. Hizbullah" yazılı bir not bulundu. Dahası bir gün, gazeteden eve dönerken, yolda kimlik kontrolüne denk gelmiş. Gazeteci olduğunu söyleyince "Yazdıklarına dikkat et" diye uyarmışlardı.

Akdemir'in yeğeni Veysi Polat anlatıyor: "8 Haziran'da 08:30'da evden çıktık, 150 metre sonra yolda Palu Fırını'nın önündeyken Hafız'a dönüp baktığım anda silah patladı. 20'li yaşlarında bir erkek, profesyonelce ensesine tek el ateş etti. Hafız katilini görmedi.

Dayım yüz üstü düşerken ben bağırınca, tetikçi ayağıma ateş etti ve kaçmaya başladı. Ben de kovaladım. Katili elimden kaçırdığımı anlayınca hemen taksiyle dayımın yanına döndüm. Ağır yaralı Hafız dayımı, taksiyle hastaneye götürdüm."

Diyarbakır Devlet Hastanesi'nde doktorlar Hafız'ı yoğun bakıma aldılar. Yeğeni de polise ifade verdi. Doktorlar durumu ağır olduğu için Hafız'ı Diyarbakır Tıp Fakültesi'ne sevk etti. Ancak Fakülteye vardıktan kısa süre sonra Hafız vefat etti. Bunun ardından, polisler akrabalarına zorla kağıt imzalattılar ve Hafız'ı Mardinkapı Mezarlığı'na gömdüler.

Hafız'ın apar topar gömülmesine arkadaşları ve akrabalarının yüksek sesli ve eylemli itirazı ardından, naaş mezardan çıkarılıp, Lice'deki babasının mezarının yanına götürülmek üzere ambulansa konuldu. Gazeteciler de iki araçla ambulansı takip etti. Diyarbakır-Lice ayrımında askerler tarafından durduruldular ve gazetecileri geri gönderdiler.

Lice'ye bağlı Sisê (Yolçatı) Köyü'ndeki mezarlıkta askerler pusuda, mermileri namludaydı. Hafız'ı camiye götürmelerine bile izin vermediler. Cenazede "Şehit namirin" sesleri yükselince ortalık karıştı. Cenazeye katılanlara saldırdılar ama Hafız o kargaşada gömüldü. Daha sonra da, bir keresinde mermerleri kırıp, mezara mermi sıktıkları için mezar 1995 yılında yeniden yapıldı.

Hizbullah davaları başladığında, Hafız Akdemir'e yönelik saldırıda gözcü olarak yer alan Fuat Balca, Hafız'ın katilinin Cihan Yıldız olduğunu söyledi. Cihan Yıldız, Viyana'da yakalandı ve Türkiye'ye iade edildi. 11 suikastın faili olarak Diyarbakır 6. Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılandı ve Sincar cinayeti de dahil 6 öldürme ve 2 silahlı yaralamadan sorumlu tutularak 30 Mayıs 2013'te müebbet hapis cezası aldı. Uzun tutukluluk gerekçesiyle yapılan itiraz üzerine, pek çok Hizbullah hükümlüsü gibi, Cihan Yıldız tahliye edildi.

ÇETİN ABAYAY

Çetin Ababay, 1969 yılında Batman'da doğdu. Dört çocuklu bir ailede büyüdü. Ancak aile devletin baskı ve işkence politikalarıyla 12 Eylül Askeri Darbe döneminde karşılaşmıştı. Nitekim Çetin’in babası Mehmet Abayay cezaevinde uzun süre kaldı ve tahliyesinden kısa bir süre sonra yaşamını yitirdi.  Böylesi bir ortamda büyüyen Çetin, fedakâr bir kişiliğe sahipti. Bir gün üstündeki elbiseleri ve ayakkabını ihtiyacı olan birisine vermiş, kendisi onun yırtık pırtık elbiseleriyle eve dönmüştü.

Çocukluğundan beri Kürt ulusal mücadelesinde yer aldı. Daha Lise ikinci sınıfta, 16 yaşındayken tutuklandı. Siirt'teki Jandarma Komutanlığı'nda altı ay tutuldu. O dönemde Çetin'in ellerinde olduğunu kabul etmediler ve kimseyle görüştürmediler. Sonra Diyarbakır Cezaevi'ne gönderildi ve orada beş ay kaldı. Annesi o dönemde cezaevinde ziyarete gittiğinde oğlu Çetin'i tanıyamamıştı.

Çetin Abayay, cezaevinden tahliye olunca liseyi bitirdi. Sonra yine tutuklandı ve PKK davasından iki yıl cezaevinde kaldı. Daha sonra da sık sık gözaltına alındı. Çünkü Batman'da o dönemde ne zaman bir olay çıksa hep onu sorumlu tutuyorlardı.

Özgür Halk çalışanları o dönemde tehdit edilip işi bırakmak zorunda kalınca, Çetin Abayay, büroyu açık tutma konusunda kendini sorumlu hissetti ve gazeteciliğe başladı. O dönem, aile telefonla aranıyor ve tehdit ediliyordu.

Çetin tehdit edilmesine ve arkadaşlarının öldürülmesine rağmen, her sabah o büronun kapısını açtı ve canı pahasına gazetecilik yaptı. 29 Temmuz 1992 günü, bir arkadaşıyla birlikte evine giderken, saat 19.30 civarında saldırdılar. İkisi 18-19 yaşlarında, biri 25 yaşlarında olan üç saldırgan, daha sonra Çetin'in yanındaki arkadaşına da ateş etmek istedi ama silahları tutukluk yapınca kaçtılar. Ölümden dönen yanındaki arkadaşı, saldırıyı aileye haber verdi.

Tanıkların anlatımına göre polisler Çetin'in vurulmasından hemen sonra olay yerine gelmiş, Çetin'i Batman Devlet Hastanesi'ne götürmüşler. Aile de hemen hastaneye koştu. Hastanedeki ilk müdahaleden sonra Çetin ambulansla Diyarbakır Tıp Fakültesi Hastanesi'ne götürüldü. Geceyi orada geçirdi; ancak ertesi gün yani 30 Temmuz 1992 günü, saat 10:00'da yaşamını yitirdi.

Aynı gün cenaze Batman'a getirildi ve İpragaz Mezarlığı'na defnedildi. Cenaze törenine kitlesel bir katılım oldu. Ölümünden sonra da Özgür Halk bürosu kapandı. Başbakanlık Teftiş Kurulu Başkanı Kutlu Savaş'ın 1997 yılında açıklanan Susurluk Raporu'nda öldürülen gazeteciler arasında Çetin Abayay'ın da ismi geçiyordu. Abayay ailesi, Süleyman Demirel, Tansu Çiller ve Doğan Güreş hakkında suç duyurusunda bulundu; ancak hiçbir sonuç alınamadı.

Abayay’ın faillerini ararken 2017’de yaşamını yitiren annesi Saliha Abayay’ın vasiyetinin oğlunun kaleminin yerde kalmaması ve faillerin bulunması olduğunun altını çizen Çetin'in kardeşi Rahime Abayay, “Annem Cumartesi günleri elinde abimin fotoğrafı ile adalet aradı. Ancak o adalet bir türlü sağlanmadı. Oğlunun acısı ile yaşama veda etti” dedi.

YAHYA ORHAN

Yahya Orhan, 1964 yılında Batman'ın Gerçüş ilçesinde doğdu. Kendisi küçük yaştayken, babasını kanserden kaybeden Yahya, Gerçüş Lisesi'ni bitirdikten sonra üniversiteye gidemedi; çünkü 3 erkek, 4 kız kardeşin en büyüğü olarak ailenin geçimini sağlamak için çalışmak zorunda kalmıştı.

Daha önceleri başka gazeteler için çalışan Yahya Orhan, en son çalıştığı Güneş gazetesi kapandıktan sonra katıldığı Yeni Ülke ailesinde çok mutluydu. 1984 yılında evlendiği eşi Türkan'a "Artık kendimiz için çalışacağız" diyordu. Yeni Ülke'nin neredeyse tüm bölge muhabirleri gibi, o da günlük Özgür Gündem gazetesine geçti.

Bu dönemde Yahya, defalarca tehdit edilmiş, hatta bir keresinde bizzat Gercüş kaymakamı, öldürüleceğini söylemişti. Ama yüreği halkının sevgisiyle dolu olan bu insanın gerçekleri yazmasına engel olamadılar.

Gercüş'te 21 Mart 1992 günü yapılan Newroz kutlamalarını izlerken gözaltına alınan Yahya'nın fotoğraf makinesi kırıldı, filmleri yakıldı ve çıkarıldığı mahkemece tutuklandı. Ancak 28 Haziran 1992 günü Devlet Güvenlik Mahkemesi tarafından serbest bırakıldı.

Yahya Orhan, 31 Temmuz günü saat 21:00 sıralarında gazete büfesini kapattı ve bir süre kahvehanede oturdu ve saat 23:00 civarında geldiği evinin önünde kurşun yağmuruna tutuldu. Silah sesleri üzerine eşi ve annesi dışarıya çıktılar. Onların bağırması üzerine başkaları da oraya doğru koştu. Yüzükoyun yatan kişiyi çevirdiler, katledilen Yahya Orhan'dı.

Karanlık olduğu için boş kovanları bulamadılar, polis ise herhangi bir araştırma yapmadan cesedi alıp gitti. Sabahleyin yerlerden 27 tane boş kovan toplayıp savcıya teslim edildi. Polisler olaya çok kayıtsızdı. 31 Temmuz gecesi katledilen Yahya'nın da cenazesinden korktular.

Bütün baskılara rağmen, Yahya, çok kalabalık bir cenaze töreni ile toprağa verildi. Öldüğünde 28 yaşında olan Yahya Orhan, ardında biri 1.5, diğeri 3 yaşında iki evladını, eşi Türkan'ın kucağında bize emanet bıraktı.

Yahya Orhan'ın katledilmesiyle ilgili dosya, en sonunda devlet sırrı olarak rafa kaldırıldı. Yani bu dosyadan hiç kimse yargılanmadı.

HÜSEYİN DENİZ

Özgür Gündem gazetesi yazarlarından Hüseyin Deniz, 9 Ağustos 1992'de Urfa’nın Ceylanpınar ilçesinde saldırıya uğradı. Yaşamını ertesi gün yitirdiğinde, 36 yaşındaydı. Mardinliydi; 6 Şubat 1956'da Nusaybin'in Stilîlê (Akarsu) köyünde doğdu. Kendisi gibi Özgür Gündem gazetesinin yazarlarından ve Diyarbakır’da katledilen Kürtlerin bilgesi Apê Musa (Musa Anter) ile de akrabaydı.

Hüseyin Deniz’in esas mesleği öğretmenlikti. Bolu Öğretmen Okulu mezun olduktan sonra, 1975 yılından itibaren Siverek ve Nusaybin'de öğretmenlik yaptı. 12 Eylül 1980 askeri darbesinde siyasi görüşleri nedeniyle tutuklandı, üç yıl Diyarbakır Cezaevi'nde kaldı. Serbest bırakıldıktan sonra öğretmenlik mesleğine devam etmesine izin verilmedi. Memurluktan atıldı.

Hüseyin Deniz, Kürt dili ve folkloruyla da ilgiliydi. 1991'de "Gotinên Pêşiyên Kurdan" adlı kitapta Kürt atasözlerini derledi. Kürtçe hikayeler yazdı. Yeni Ülke ve Welat gazetesinde makaleleri yayımlandı. Uluslararası Yazarlar Birliği PEN üyesiydi. Öldürüldüğü sırada Özgür Gündem gazetesinin hem yerel muhabirliğini yapıyor hem de gazetede köşe yazıları yazıyordu.

Evli ve dört çocuk babası Hüseyin Deniz, 9 Ağustos 1992 sabahı Ceylanpınar ilçesinde sahibi oldukları bakkal dükkanını açmaya giderken, saldırıya uğradı. Ambulansla Urfa Devlet Hastanesi’ne getirildi. Urfa Devlet Hastanesi’ne getirildiğinde halen hayattaydı. Doktorlar, komada bulunan Deniz’in yaşama şansının olduğunu belirterek, acil olarak daha donanımlı bir hastane olan Diyarbakır Tıp Fakültesi hastanesine sevk edilmesine karar verdiler. Ancak, ambulansla götürülmesinin riskli olduğunu belirttiler.

Bunun üzerine Özgür Gündem gazetesi yöneticileri ve HEP milletvekilleri, daha sonra AKP Tekirdağ milletvekilliği yapacak olan dönemin Urfa Valisi T. Ziyaeddin Akbulut ile görüşerek, ambulans helikopter talep ettiler. Vali Akbulut önce ambulans talebini kabul etti; ancak sonra bir mazeret uydurup ambulans vermekten vaz geçti.

Bunun üzerine Hüseyin Deniz, 10 Ağustos sabahı ambulansla Diyarbakır'a Tıp Fakültesi Hastanesi’ne götürüldü. Diyarbakır Tıp Fakültesi’ndeki doktorlar da önceden haberdar edilmişlerdi. Ancak Diyarbakır’a varana kadar yaşam mücadelesine devam eden Hüseyin Deniz, Tıp Fakültesi acil servisi girişinde ambulanstan indirildiği sırada özgür basın şehitler kervanına katıldı.

O günlerde Özgür Gündem gazeteci-muhabirleri peş peşe katlediliyorlardı. Diyarbakır muhabiri Hafız Akdemir ve Gercüş muhabiri Yahya Orhan katledilmiş, yine Diyarbakır’da gazetenin genç muhabirlerinden Burhan Karadeniz ağır yaralanmıştı. Gazete yönetimi söz konusu saldırıların durdurulması için Diyarbakır büroda nöbet eylemi başlatmaya karar vermişti. Hüseyin Deniz, 9 Ağustos günü katledilmeseydi, 10 Ağustos’ta Özgür Gündem’in Diyarbakır Bürosundaki nöbet eylemine gidecekti. Hüseyin Deniz 10 Ağustos’ta yine Diyarbakır’a gitti; ancak bu kez bir özgür basın şehit olarak.

Vurulduğu gün Hüseyin Deniz’in üzerinden ise o gün gazeteye göndereceği köşe yazısı ve Özgür Gündem kimliği çıkmıştı. Deniz'in dosyası o dönemki Diyarbakır DGM Cumhuriyet Başsavcılığı'na gönderildi. Saldırı iki yıl araştırıldı. En sonunda da üzerinde cinayet silahı bulunduğu için Hizbullah taraftarı Mehmet Şah Bakır'ın soruşturmada adı geçti.

Polis etkin bir soruşturma yürütmedi. Görgü tanıklarının ifadesini dahi almadı. Hüseyin Deniz cinayeti iki yıl "faili meçhul" kaldıktan sonra, 1994'te cinayette kullanılan Makarov marka silah, Hizbullah mensubu Mehmet Şah Bakır'ın üzerinde bulundu. Bakır o silahla işlenen 12 cinayetten sorumlu tutuldu.

Diyarbakır 4 No'lu Devlet Güvenlik Mahkemesi, 2001'de Bakır'a müebbet hapis cezası verdi. Karar 2 Temmuz 2002'de Yargıtay tarafından bozuldu. Dava Diyarbakır Ağır Ceza Mahkemesi'nde yeniden görülmeye başlandı. 2 Kasım 2004'te mahkeme, Bakır'ın tutuksuz yargılanmasına karar vererek serbest bıraktı. Serbest bırakılan Bakır ise kayıplara karıştı.

MUSA ANTER

Bizlerin Apê Musa demeyi yeğlediğimiz Musa Anter, 1920 yılında Nusaybin'in Stilîlê (Akarsu) nahiyesine bağlı Zivingê (Eski Mağara) köyünde doğdu. İlkokul için önce Gerçüş, sonra da Nusaybin'e gönderildi ama sonunda tamamını Mardin'de okudu. 14 yaşına gelen Musa, Türkiye'nin büyük ihtimalle ilk kadın muhtarı olan Fesla Ana için evlendirilip, yerine muhtar yapılacak kişidir artık.

Birçok hayırlı tesadüf, girilen sınavlarda başarılı olunması ve annenin adeta tehdit edilerek 'ikna' edilmesi sonucu, Musa Anter, Adana Erkek Lisesi'ne gönderildi. Ancak lise öğrencisi Musa, orada Türk öğrencilerin kışkırtması sonucu gözaltına alındı. Diğerlerinin küfürlerine Zübeyde Hanım'a küfrederek karşılık verince, kendini polis karakolunun nezaretinde buldu. Araya girildi, gözaltından çıkarıldı; dava açılmak istense de Atatürk'ün ikna edilmesi üzerine, okuluna geri dönebildi. Adana Erkek Lisesi'ni bitirirken, ardında birçok öğretmeninin takdirini ve başarılı bir kantin yöneticiliği bıraktı.

Musa Anter, yüksek öğrenim için İstanbul'a geldiğinde, yıl 1941 idi. Önce Edebiyat Fakültesi'ne kaydını yaptırdı; ancak daha sonra tanıştığı Kürt öğrencilerden Faik Bucak'ın önerisi üzerine, onun okuduğu Hukuk Fakültesi'ne geçti. Bir yandan okurken, bir yandan da yurt yöneten Musa Anter, 1944 yılında Zapsu ailesinden Ayşe Hale ile evlendi. Hale-Musa Anter ailesinin üç çocuğu oldu.

Bu arada, İstanbul'daki Kürtlerden 25 kişi bir araya geldi ve Dicle Talebe Yurdu'nu kurarak örgütlendiler. İstanbul'a gelen Kürt öğrencilere sahip çıkmayı amaçlayan bu kuruluş, yarı resmi çalıştı. Musa Anter Dicle Talebe Yurdu'ndan tamamen kopmasa da, bu arada Modern Fırat Talebe Yurdu'nu kurdu ve çalıştırdı. Dicle Talebi Yurdu 'örgütlenmesinin' bir ürünü-görevi olarak 1948 yılında Dicle Kaynağı haftalık gazete olarak çıkarıldı.

1951 yılında Kemal Sülker ile çıkardığı Şark Mecmuası ancak iki sayı çıkabildi. Dergiyi kapatan ve derginin basıldığı matbaasını satan Musa Anter, memleketine döndü. Zvingê ve Stilîlê'de tarım ile uğraşmaya başladı. Diyarbakır'da inşaatı yeni biten Turistik Palas'ı yönetmesi istenince, 1953 yılında oteli yabancı turistlerin bile beğendiği bir şekilde donattı ve yönetti.

Otel yönetimi, şehirde siyasetin odağı haline gelirken; Musa Anter, 1954 yılında zengin bir arkadaşının yardımıyla Şark Postası isimli bir gazete çıkarmaya başladı. Şark Postası, Hürriyet gazetesinin 40-50 adet sattığı bu dönemde 1000 adet satmaya başladı. Gazete sadece iki sayfaydı ama Musa Anter'in yazıları çok seviliyordu. Ancak yedek subaylık için buradan ayrıldıktan sonra Şark Postası, eski süksesini kaybetti.

Musa Anter, 1958 yılında yeniden Diyarbakır'a döndü. İlan için çıkmakta olan İleri Yurd gazetesini Canip Yıldırım ile devraldı ve yayınlamaya başladı. Her sayısı büyük yankı yapan gazete hakkında açılan davalara avukatların ve halkın büyük ilgisi vardı. Her duruşma hakimler ile Musa Anter arasında büyük çekişmelere sahne oluyordu. Gazetede yayınlanan yazıların arasına sıkıştırılan birkaç Kürtçe sözcük ya da cümle, otoritelerini hop oturtup, hop kaldırıyordu. Ünlü Qimil şiiri işte bu gazetede yayınlandı.

Menderes hükümetinin son döneminde, Kürtlerden bin kişiyi 50'şer kişilik gruplar halinde idam etmeyi öngören plan uygulamaya konulunca 17 Aralık 1959 yılında tutuklanan 50 aydın arasında Musa Anter de vardı. Diyarbakır'dan İstanbul'a getirildi ve kendileri için hazırlanan kör hücrelere atıldılar. Tutukluluk esnasında Emin Batu öldüğü için dava, 49'lar davası olarak tarihe geçti. Tutuklananlar 27 Aralık 1959'dan 10 Mart 1960'a kadar hücrede kaldılar ve daha sonra genişçe bir odaya alındılar. Ankara'da idamla yargılanan sanıklar, yargılama sonunda serbest kaldılar.

Çanakkale'de 6 ay sürgün olarak yaşaması gereken Musa Anter, İstanbul'a uğradığında Barış Dünyası dergisinde yazı yazmak için derginin sahibini ikna etti. Ancak orada yayınlanan birkaç yazısı hakkında da dava açıldı. Musa Anter, 3 Haziran 1963 günü bir kez daha tutuklandı. Bu kez, İstanbul'a gelen ve Müslüman Kardeşler için İsrail'den yardım almak isteyen birinin verdiği 23 isimle birlikte Balmumcu cezaevine konuldular. İstanbul ile Ankara arasında defalarca gidip-gelen dosyada yargılama başlayınca önce tahliye oldular ve sonra da beraat ettiler.

İyi ilişkiler içinde olduğu TİP yöneticilerinin isteğiyle 1965 yılında Mardin'den milletvekili adayı olan Musa Anter, daha önceden haber verilmediği halde önseçimde Canip Yıldırım ile yarışacağını öğrenince, seçime bağımsız aday olarak girdi ve vekil seçilen TİP'lilerin çoğundan fazla oy aldı ama milletvekili olamadı. Kendisinin yazı yazması koşuluyla kurulan Doğu isimli derginin ilk sayısı 1 Aralık 1969'da yayınlandı ve büyük ilgi gördü. Bu derginin her sayısında çıkan yazısı için mahkemede ifade verdi. 1970'de bir ihbar üzerine tutuklandı ve götürüldüğü Ankara'da yargılandı. Dev-Gençli gençlerle tanışmasına vesile olan bu tutukluluğu 15 gün sürdü.

Türkiye İşçi Partisi'ndeki Kürtlerin ayrılarak kurduğu Devrimci Doğu Kültür Ocaklarına  (DDKO) destek oldu. 12 Mart darbesi sonrası açılan DDKO davasında yargılanan yüzlerce kişi arasında Musa Anter de vardı. Bu kez 32 ay tutuklu kaldı. Mahkeme sonuçlandığında sanıklar, 8-15 yıl hapis cezası aldılar ama 1974 yılı affıyla -biraz gecikmeli de olsa- cezaevinden çıktılar. Bunca fırtınalı bir dönem sonrasında Apê Musa, köyüne çekildi.

Kürt örgütleri ve sol partilerden gelen tüm teklifleri reddetti ve köyünde kuru, nahiyesinde sulu ziraat ile ilgilendi. Beyrut'tan pasaportla gelen biri, kendisini ziyaret etti diye 20 Aralık 1979 günü gözaltına alındı. Mardin'deki cezaevinden 15 gün sonra serbest bırakıldı. 12 Eylül darbesinde evi basıldı ve gözaltına alınmadı; ancak ev hapsinde tutuldu. 1984 yılında İsveç'ten gelen bir turist kendisini ziyaret edince, yine bir süreliğine gözaltına alındı. Sosyalist Parti'nin Aralık 1989'da düzenlediği bir paneldeki konuşması yüzünden bir ay sonra açılan davada gıyabında tutuklama kararı verildi. 11 Nisan 1990 günkü duruşma için Diyarbakır'a gidince tutuklandı. Beraat ile sonuçlanacak olan 1 Mayıs 1990'daki duruşmaya kadar cezaevinde kaldı.

Bu arada, 22 Nisan 1990'da Halk Gerçeği çıkmaya başladı. Apê Musa, Kürt sorunuyla -Bekaa'ya gidip, Öcalan'la görüşecek kadar ilgili olan- Doğu Perinçek tayfasının çıkardığı haftalık bir dergiye yazı veriyordu. Kürt sorunuyla ilgilenen ve Musa Anter'in yazılarını yayınlanan derginin tirajı epeyce yüksekti. Sonra haftalık Yeni Ülke gazetemizin Ekim 1990'da çıkmaya başlaması ve giderek kendi rüştünü dosta-düşmana ispat etmeye başlaması üzerine, Apê Musa'ya, artık bizim gazetede yazması gerektiğini söylendi; ikiletmedi ve bizde yazmaya başladı. Gerçi bununla yetinmedi.

Yeni Ülke gazetesinin idari odası, Musa Anter'le birlikte dönemin Kürdi şahsiyetlerinin neredeyse tümünü ağırladı ve söz konusu akil insanlar sadece sohbet etmedi, Mezopotamya Kültür Merkezi, Kürd Dil Enstitüsü, Azadiya Welat gazetesi gibi Kürdi kurumların ilk kuruluşlarına omuz verdiler. 7 Haziran 1990 günü kurulan Halkın Emek Partisi kurucuları arasında Musa Anter de vardı. Partinin Kongresi'nde onur konuğu oldu ve büyük bir tezahürat ile karşılandı. Bir Kültür Festivali'nin konuğu olarak gittiği Diyarbakır'da düşürüldüğü bir tuzakta, 20 Eylül 1992 günü alçakça katledildi.

ORHAN KARAAĞAR

Orhan Karaağar, 1963 yılında Van'da doğdu. Orhan'ın babası, 1993 yılında kayboldu; annesi ise 7 çocuğunu büyütmek için çok çabaladı. Orhan,12 Eylül 1980 Askeri Faşist Darbesi döneminde iki buçuk yıl kadar Diyarbakır Cezaevi'nde yattı. Tahliye olduktan ve askerliğini yaptıktan sonra döndüğü memleketi Van'da İnsan Hakları Derneği'nin kuruluşunda görev aldı. 1991 yılında ise Özgür Gündem'de dağıtımcı olarak çalışmaya başladı.

Pek çok defa tehdit edildi, gözaltına alındı. Öldürülmeden iki hafta önce iki kez gözaltına alınıp tehdit edilmiş; ancak ailesinin bundan haberi olmamıştı. Olaydan bir hafta önce de üç kişi takip etmiş, evinin kapısına kadar gelmişlerdi. Polisler de sürekli "Bu işi bırak" diyordu. Dahası, kendisinden gazete abonelerin listesini istiyorlardı. O da, "Böyle bir liste yok; ben rastgele dağıtıyorum", diyerek polisleri sürekli atlatıyordu.

Dağıtımın yanı sıra duyduğu haberleri, yazmaları için muhabir arkadaşlarına ileten Orhan, 19 Ocak 1993 günü eve gelmeyince aile gazeteyi aradı; ancak kimseye ulaşamadılar. Annesinin çok endişelenmesi üzerine Orhan'ı aramaya çıktılar. Daha sonra kardeşlerden Eşref'i evden götüren polisler, bir süre sonra geri getirdiler. Meğerse Orhan'ı teşhis etmesi için götürüp, geri getirmişler.

Yaralı sandıkları için aile, hemen hastaneye koştu. Polis hastaneyi ablukaya almıştı. Van Emniyet Müdürlüğü cenazeyi hemen almalarını istedi; ancak aile kabul etmedi. Ertesi gün Van Valisi Mahmut Yılbaş'ın engellemelerine rağmen, Orhan'ın cenazesi için Diyarbakır, Tatvan ve Iğdır'dan üç bine yakın insan geldi. Polisler Haçok Mahallesi Mezarlığı'nı da ablukaya almışlardı.

Tanıkların anlatımına göre İki Nisan Caddesi'nde, gazeteden eve dönerken, Orhan, altı kişinin saldırısına uğramış. Saldırganların şişlerle yaraladıktan sonra bıraktıkları bir inşaatta, Orhan kan kaybından ölmüş. Öldürüldüğünde Orhan, sadece 30 yaşındaydı.

Katledilmesinin ardından Özgür Gündem gazetesinin avukatları, Van Cumhuriyet Savcılığı'na suç duyurusunda bulundu. Emniyet görevlileri ve Van Savcısı katillerin bulunacağı yönünde sözler verdi; ancak hepsi boş çıktı. Cinayetin arkasında Hizbul-Kontra'nın olduğu sanılıyordu; ama hiçbir şey yapılmadı.

Katliamla ilgili olarak itirafçılar Murat İpek ve Murat Demir'in adı geçti. Nitekim İpek ve Demir çeşitli medya organlarında olayı anlattı. O akşam 'Yeşil' kod adlı Mahmut Yıldırım'ın kendilerine talimat verdiğini; ancak başka işleri çıktığını, Kadir Karataş ve arkadaşlarının cinayeti işlediğini iddia ettiler. Bu isimlerle ilgili herhangi bir soruşturma veya dava ise açılmadı.

KEMAL KILIÇ

Kemal Kılıç, 1963 yılında Urfa'ya bağlı Külünçe köyünde dünyaya geldi. Lise öğrenimini Urfa'da tamamlayan Kemal, 1990 yılında haftalık olarak yayınlanan Yeni Ülke gazetesinin Urfa bürosunda gazeteciliğe başladı. 30 Mayıs 1992 yayına başlayan Özgür Gündem Gazetesi'nin Urfa Temsilcisi olarak gazeteciliğe devam etti. Kılıç, aynı zamanda İnsan Hakları Derneği Urfa Şubesi yönetim kurulu üyesiydi.

Urfa merkeze 16 kilometre uzaklıktaki Külünçe köyünde oturmasına rağmen, her sabah gazete bürosuna herkesten önce gelir, çayı demler, dağıtımcılara ve muhabirlere kahvaltı hazırlardı. Gazetedeki faaliyetleri nedeniyle Kılıç da diğer Özgür Gündem muhabirleri gibi sık sık tehdit ediliyordu. Bu yüzden ayni büroda birlikte çalıştığı gazeteci arkadaşlarını sokakta yalnız dolaşmamaları ve dikkatli olmaları konusunda hep uyarıda bulunuyordu.

Özgür Gündem Gazetesi muhabirlerinin ve çalışanlarının katledilmesinden ve baskılardan dolayı 15 Ocak 1993 tarihinde yayınına kısa bir süre ara vermesine rağmen Kemal Kılıç gazetenin Urfa bürosundaki çalışmalarına devam ediyordu. 18 Şubat 1993 sabahı da Kemal, her sabah yaptığı gibi gazete bürosuna herkesten önce geldi.

Kılıç, o gün akşama kadar büroda gazeteci arkadaşı Bayram Balcı ile birlikte bürodaki genel işlerini yaptıktan sonra akşamın karanlığına kalmadan evine gitmek için gazete bürosundan ayrıldı. Bürodan çıkarken arkadaşını da karanlık çökmeden evine gitmesi konusunda uyarmayı da ihmal etmedi. Çünkü o günlerde Urfa’da da faili belli cinayetler başlamış ve Özgür Gündem çalışanları da tehdit ediliyordu.

Saat 17:00 sıralarında, gazetenin Urfa merkezindeki bürosundan ayrılan Kılıç, 17:30 civarında, Külünçe köyündeki evine gitmek için Kuyubaşı'dan Urfa Akçale arasında çalışan minibüse bindi. Görgü tanıklarının anlatımlarına göre, içinde üç kişinin bulunduğu Renault-Toros marka bir otomobil ise Urfa'dan itibaren Kemal'in bindiği minibüsü takip etmeye başladı. Akçakale minibüsü Külünçe köyü yol ayrımına gelmeden önce, otomobil minibüsü geçerek, köy yoluna saptı ve park edip farlarını söndürerek, Kemal'i beklemeye başladı.

Külünçe köyü yolunun yakınlardaki bir inşaatta gece bekçisi olarak çalışan Ahmet Fidan’ın anlatımlarına göre, Kemal, minibüsten inerek köye doğru yürüdüğü sırada, park halindeki Renault-Toros marka otomobilden inen üç kişi, Kemal’in yolunu kesti. Tetikçiler önce Kemal'in ellerini ve ağzını bağlayarak kaçırmak istediler, ancak Kemal'in direnmesi üzerine bu amaçlarına ulaşamadılar.

Kemal ile tetikçiler arasındaki bağrışma seslerini duyan inşaat bekçisi Ahmet Fidan daha sonra iki el sesi duyduğunu ifade etti. Kemal’i kaçırma teşebbüslerinde başarısız olan katiller, Kemali’in naaşını köy yolunun ortasında elleri ve ağzı bantlı bir halde bırakarak geldikleri otomobille kaçtı.

Suikastın tek görgü tanığı Ahmet Fidan, hemen polise telefon ederek bir kişinin Külünçe köyü yolunda öldürüldüğünü haber verdi. Suikastın nasıl işlendiğini polise ve suikast mahallinden sorumlu Uğurlu Jandarma Karakolu'nda verdiği ifade ile anlatan Ahmet Fidan'dan ise bir daha haber alınamadı.

Kemal’in katledildiği haberi ise kısa sürede yakınlarına ve gazeteci arkadaşlarına ulaştı. Mehmet Faraç’ın haber sorumlusu olduğu yerel bir radyo akşam saatlerinde Külünçe köyü yolu üzerinde bir kişinin öldürüldüğünü, öldürülen kişinin gazeteci Kemal Kılıç olduğunu haberini verdi. Kemal’in katledildiğinin duyulmasının ardından akrabaları, gazeteci arkadaşları, İnsan Hakları Derneği ve Halkın Emek Partisi yöneticileri olay yerine aktı.

Kemal’in cenazesi ise saatlerce yol ortasında bekletildi. Çünkü suikast yerinde inceleme yapması gereken Cumhuriyet Savcısı Üresin Aysan bir türlü olay yerine gelmiyordu. Kemal’in cenazesi saatler sonra Urfa Devlet Hastanesi morguna kaldırıldı. Ancak polis cenazenin otopsi işlemlerinin ardından hemen defnedilmesi için aileye baskı yapmaya başladı.

19 Şubat sabahı ise polisler Kemal’in cenazesini adeta kaçırarak, Külünçe köyündeki Abdurrahman Dede Mezarlığı'na defnedilmesini sağladı. Polis ve jandarma cenazenin defin işlemleri sırasında adeta mezarlığın etrafına etten duvar örmüştü.

Kemal Kılıç, öldürülmeden üç hafta önce, Uğurlu Jandarma Karakolu'nda görevli "Taner" adlı astsubay ile "Oktay" adlı yardımcısı Kemal hakkında bilgi toplamaya başlamıştı. Oturduğu köydeki arkadaşlarına ve çevresine, "Kemal kimdir, ne iş yapar, nerelere gider" şeklinde sorular soran askerlere, neden bilgi topladıkları sorulunca, "Urfa Emniyet Müdürlüğü’nün talimatı var" demişlerdi.

Kemal Kılıç, hakkında bilgi toplanması, takip ve tehdit edilmesi üzerine meslektaşı Bayram Balcı ile birlikte Ocak ayında Urfa Valiliği ile Urfa Emniyet Müdürlüğü'ne başvurarak koruma talebinde bulundu. O dönem Urfa Valisi olan ve daha sonra AKP'den 4 kez milletvekili yapılan T. Ziyaeddin Akbulut, Kılıç ve arkadaşlarının can güvenliklerinin sağlanması başvurularına yanıt vermeye bile gerek duymamıştı.

Ocak 1993’te Urfa Valisi Ziyaettin Akbulut'a can güvenliğinin sağlanmasını için başvuruda bulunulmasının ardından 17 Şubat günü Urfa Emniyet Müdürlüğü’ne çağrılan Kılıç, akşama kadar emniyet müdürlüğünde tutulduktan sonra serbest bırakıldı. Kılıç, bir gün sonra da katledildi.

Kemal'in öldürülmesinin birinci yıl dönümünde ise 18 Şubat 1994 tarihinde Urfa Valisi Akbulut, Kemal’in katilinin yakalandığını açıkladı. Fakat ne hikmetse Akbulut’un bu açıklamasını sadece gazeteci Mehmet Faraç, yerel radyoda yaptığı bir haber programında duyurdu.

Akbulut’un açıklamasına göre, Kemal’i katledilmesinde kullanılan kullanılan Czech marka tabanca, 24 Aralık 1993 günü Diyarbakır'da yapılan bir Hizbullah operasyonunda Hüseyin Güney'in üzerinde ele geçirildi. Aynı silahın 15 suikastta daha kullanıldığı ve Hizbullah yanlısı Hüseyin Güney'e ait olduğu belirlendi.

Ancak, Güney silahı başkasından aldığını söyledi ve Kılıç ve diğer 15 kişinin katledilmesiyle ilgili suçlamaları reddetti. Diyarbakır 3 No'lu Devlet Güvenlik Mahkemesi'nde (DGM) yargılanan Güney, 23 Mart 1999'da "Hizbullah üyesi olmak"tan müebbet hapis cezası aldı.

Mahkeme, Hizbullahçı Hüseyin Güney'i Kemal Kılıç cinayeti dâhil, silahla işlenen cinayetlerden sorumlu tutmadı. Hizbullahçı Hüseyin Güney ise 2000 yılında ceza yasasında yapılan değişiklikle cezaevinden serbest bırakıldı.

Kemal'in ailesi ise, 1993'te Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne (AİHM) başvurdu. AİHM, 28 Mart 2000'de verdiği kararında Türkiye Devleti’ni gazeteci Kemal Kılıç’ın katledilmesinde suçlu buldu.

CEMAL AKAR

Cemal Akar, Dersim'in Pulur (Ovacık) ilçesi Tillek köyünde doğdu. İlk ve ortaokulu Dersim ve Elazığ'da okudu. 1979 yılı sonlarına doğru Tillek köyüne düzenlenen bir operasyonda gözaltına alınıp, işkenceden geçirilenler arasında Cemal de vardı. Cezaevine konulan Cemal Akar, içerideki tüm direnişlerde yer aldı. Ölüm orucunda şuuru kapanınca hastaneye kaldırıldı. Kendine geldiğinde, buna izin veren ailesine kızdı.

Cezaevinden tahliye edilip, dışarı çıktıktan sonra devrimci mücadelesine devam etti ve kapatılan Demokrasi Partisi'nin (DEP) yerine kurulan Özgürlük ve Demokrasi Partisi (ÖZDEP) il örgütünün kurulması, Özgür Halk dergisi bürosunun açılmasına katıldı. Özgür Ülke gazetesinin muhabirliği ve dağıtımcılığını üstlenen Cemal Akar, İnsan Hakları Derneği (İHD) üyesiydi.

Cemal Akar, 2 Şubat 1993’te, çalıştığı işyerinin servis aracından inerken, ‘sivil plakalı, hal ve hareketlerinden istihbarat görevlileri gibi davranan kişilerce’ gözaltına alındı. Defalarca savcılığa başvurulduysa da Akar’dan haber alınamadı. Diğer ‘faili meçhul’ örneklerden anımsandığı gibi savcılık, “Böyle bir gözaltı hiç olmamış” diye yanıt veriyordu. 22 gün boyunca ses çıkmadı.

Cemal Akar, 25 Şubat günü, Dersim Nazımiye’ye bağlı Doğançık Köyü’nde Tunceli-Erzincan karayolu ile dere arasında, öldürülmüş halde bulundu. İşkence görmüş, başından vurularak öldürülmüştü. Katilin "Yeşil" kod adlı Mahmut Yıldırım olduğu iddia ediliyordu. Cemal kaçırılıp katledildiğinde Erzincan ÖZDEP il başkanlığı görevini yürütüyordu.

FERHAT TEPE

Ferhat Tepe, 1975 yılında Bitlis'te doğdu. Annesi evde dört çocuğunu büyütmek için uğraşırken; babası müftülükte çalıştıktan sonra müteahhitlik yaparak evin geçimini sağladı. Anavatan Partisi (ANAP), Halkın Emek Partisi (HEP) ve Demokrasi Partisi’nde (DEP) bulundu. Ferhat, Bitlis Lisesi’ni bitirdikten sonra, üniversite sınavlarına hazırlanırken Özgür Gündem’de muhabirlik yapmaya başladı.

Bitlis şehir merkezinde bulunan aile evinden 28 Temmuz 1993 günü çıkarken sivil giyimli ve telsizli kişiler tarafından kaçırıldı. Kaçırılmadan kısa bir süre sonra Tepe'nin babasının evine telefon eden bir kişi, Ferhat Tepe'yi, Türk İntikam Tugayı (TİT) adına kaçırdıklarını ve Tepe'nin bırakılması için, dönemin DEP Bitlis İl Başkanı olan babası İshak Tepe'nin partisinden istifa etmesini, 1 milyar lira para getirmesini ve örgütün kaçırdığı dört Fransız turistin serbest bırakılması gerektiğini söyledi.

İshak Tepe, kendisine telefon eden kişiye ait sesin, dönemin Tatvan Tugay Komutanı Korkmaz Tağma'nın sesine benzediğini belirterek bu isim üzerinde dururken, Tuğgeneral Tağma'nın bölgedeki halka karşı uygulamalarına dikkat çekiyordu. İshak Tepe'nin telefondaki sesin Korkmaz Tağma'nın sesine benzediği iddiası boşuna değildi. Zira İshak Tepe, bu olaydan bir süre önce, siyasetçiler ile kentin ileri gelenlerinin çağrıldıkları bir toplantıda, Korkmaz Tağma ile tartışmış ve onun tarafından tehdit edilmişti.

Nitekim, 18 yaşındaki genç muhabir Ferhat Tepe, 8 Ağustos 1993 tarihinde Elazığ'da, Hazar Gölü'nün Sivrice kıyısında bir balıkçı tarafından ölü olarak bulundu. Ancak gerekli duyuru yapılmadığı için cesetten kimsenin haberi olmadı ve Ferhat Tepe'nin cenazesi, kimsesiz olduğu öne sürülerek ve basından kaçırılarak Elazığ Belediyesi tarafından, Elazığ Asri Mezarlığı'na gömüldü.

Bir süre sonra, ailesinin ve gazetenin olaydan haberi olunca, ceset buradan çıkarılarak teşhis edildi, büyük bir araç konvoyu eşliğinde Bitlis'e götürüldü ve Ferhat Tepe, doğum yeri Bitlis'te binlerce kişinin katıldığı bir törenle toprağa verildi. Ferhat Tepe'nin cesedine yapılan otopsi sonucunda, yoğun işkence yapıldığı, vücudunda sigara söndürüldüğü ve boğazı telle sıkılarak boğulduğu anlaşılmıştı.

Kayıp olduğu süre içinde Ferhat Tepe'yi gördüklerini söyleyen tam 14 tanık çıktı. Diyarbakır'ın Bismil ilçesinde aynı günlerde gözaltına alınan HEP Bismil İlçe Başkanı Mümtaz Çerçel'in de aralarında bulunduğu 14 tanık, Tepe'yi Diyarbakır Jandarma Alay Komutanlığı'nda gördüklerini söylüyorlardı. Ferhat Tepe cinayetini aydınlatmak isteyen Avukat Epözdemir, Ferhat Tepe'nin kaçırılmasından üç ay sonra 25 Kasım 1993 günü katledildi.

Faillerin bulunmasına yönelik adım atılmayınca aile, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne (AİHM) başvurdu. AİHM, Ferhat Tepe davası ile ilgili kararını 9 Mayıs 2003 günü verdi. Mahkeme "yaşam hakkının ihlali hususunda etkin ve yeterli bir soruşturma yürütülmediği" ve “etkili bir iç hukuk yoluna başvurma hakkı”nın ihlal edildiği gerekçesiyle Türkiye'yi 14 bin 500 Euro ödemeye mahkûm etti.

Bu kararın ardından, bireysel başvuru hakkı tanınınca, Tepe ailesi, bir de Anayasa Mahkemesi'ne (AYM) başvurdu. 16 Haziran 2016 günü verilen kararda, AYM, savcılığın soruşturmayı genişletmek için somut hiçbir talimat vermediğini, olayı aydınlatacak işlem yapmadığını, delillerin toplanması konusunda gerekli özenin gösterilmediğini ve soruşturmanın “sürüncemede bırakıldığını” belirtip, 20 bin lira manevi tazminat ödenmesine; ancak “herhangi bir kesin sonuca ulaşılmasını ortadan kaldıracak bir şekilde zamanaşımı” olduğu gerekçesiyle dosya hakkında kovuşturmaya yer olmadığına karar verdi.

ADNAN IŞIK

Wan'ın Serav/Mehmudî (Saray) ilçesine bağlı Tûm köyünden ailesi ile birlikte kent merkezine taşınan Adnan Işık, farklı kentlere giderek inşaatlarda çalıştı. Yıllarca batı kentlerinde çalışan Işık, evlendikten sonra Mimar ve Mühendis Lokali'nde garson olarak çalışmasını sürdürdü.

Özgür Gündem Gazetesi Dağıtımcısı Orhan Karaağar'ın 19 Ocak 1993 yılında 6 kişi tarafından katledilmesiyle Işık, dağıtımcılık yapmaya karar verdi ve Özgür Gündem Wan bürosuna giderek isteğini gazete yetkililerine iletti. Talebi kabul gören Işık, bir süre sonra kentin sokaklarında gazete dağıttı. Çalışırken birçok kez gazete dağıtımı yapmaması için tehdit edilen Işık, gazete dağıtımını sürdürdü ve birçok kez polislerce gözaltına alındı.

Bir süre sonra Işık, kendisini sürekli takip eden Beyaz Torosların plakalarını kaydederek gazete bürosundaki arkadaşlarıyla paylaştı. Büro çalışanları, bu plakaları birçok karanlık olayla anılan dönemin Van Valisi Mahmut Yılbaş'a vererek durumu anlattı. Yılbaş, "ilgileneceğim" dese de bu konuda hiçbir işlem yapmadı. Tehditlerin en üst boyuta çıktığı dönemde 26 Kasım günü gazete bürosundan çıkarak evine gitmek için belediye otobüsüne binen Işık, evinin bulunduğu Erek Mahallesi'ndeki meydana indiği sırada silahlı saldırıya uğradı. Işık’a saldıran kişi ise 50 metre ötede bekleyen beyaz bir torosa binerek olay yerinden kaçtı.

Akşam saat 17:00 sularında uğradığı saldırıda yaralanan Işık, Wan Devlet Hastanesi'ne kaldırıldı. Devlet Hastanesi Başhekimi, imkanları olmadığı için Işık'ın Ankara'ya götürülmesi gerektiğini belirtti. Hava muhalefeti nedeniyle Ankara’ya götürülemeyen Işık, 27 Kasım 1993'de saat 11.00 sıralarında yaşamını yitirdi. Cenazesi hastaneden alınan Işık, toprağa verildi. Işık'ın ardından aile birçok kez faillerin bulunması için dava açsa da Işık'ın failleri bir türlü bulunmadı ve dosya kapatıldı.

NAZIM BABAOĞLU

Nazım Babaoğlu, gazeteciliğe 1992 yılında Özgür Gündem gazetesi Urfa bürosunda başladığında 17 yaşındaydı. Özgür basın çalışanları içinde en genç muhabirlerden biriydi. Hâlâ da en genç gazetecidir Nazım...

Gazete bürosunda çalışmaya başladığı zaman Urfa Ticaret Lisesi'nden yeni mezun olmuş, üniversite sınavlarına hazırlanan 17 yaşında tığ gibi bir gençti. İnce uzun boylu ve sessizliği ile dikkat çeken genç bir gazeteci adayıydı. Ticaret Lisesi mezunu olması nedeniyle on parmak daktilo bilmesi ise onun için bir avantajdı.

Kısa sürede haber yazmanın mesleki kurallarını kavrayan Nazım, yaptığı haberlerin gazetede yayınlandığını görünce daha büyük bir hevesle gazeteciliğe sarılmaya başladı. Babaoğlu, o genç yaşına karşın, Urfa'da gazetecilik yapmanın, özgürlük mücadelesinin bir parçası olmak anlamına geldiğini de çok iyi biliyordu. Bu bilinçle, bir yandan gazetede kendisine verilen görevleri yaparken, bir yandan da okuyor, araştırıyor ve kendini geliştirmeye çalışıyordu.

Nazım'daki bu isteği ve hevesi fark eden gazetenin Urfa bürosu sorumluları, onun kendisini daha da geliştirmesi için 1993 yılında İstanbul'a, gazetenin merkezine gönderdiler. O kısacık ömründe ilk kez İstanbul gibi büyük bir metropol kente giden Nazım Babaoğlu, elbette ilk başlarda ürkekti, çekingendi. Ne de olsa ilk kez evinden, ailesinden ayrılıyordu. Fakat Nazım, İstanbul'da kaldığı süre boyunca gazete merkezinde, gazeteciliğin mutfağını da öğrenmek için büyük bir hevesle çalıştı.

Gazete mutfağında işlerin nasıl yürüdüğünü öğrenmenin yani sıra haber yazma teknikleri konusunda da kendini geliştirdi. Hatta, Nazım, yıllar sonra özgür basın literatüründe iş cinayetleri olarak anılacak haberlere de daha o yıllarda imza attı. İstanbul'daki Tuzla tersanelerinde yaşanan iş cinayetleri ile ilgili ilk haber yapan gazetecilerden biri de Nazım oldu.

Birkaç ay İstanbul'da gazetenin merkezinde çalıştıktan sonra tekrar Urfa'ya dönen Nazım, artık gazetecilik konusunda büyük iddialara sahip bir gazeteci olmuştu. Nazım, daha o yıllarda Ortadoğu konusunda uzman bir gazeteci olmayı önüne hedef olarak koymuştu.

1993 yılının 18 Şubat'ında gazetenin Urfa büro temsilcisi Kemal Kılıç’ın JİTEM tarafından katledilmesinden sonra Nazım, yaptıkları gazeteciliğin ciddiyetini ve büyük önemini daha derinden kavramıştı. Daha büyük bir heves ve ciddiyetle özgür basın mücadelesine bağlanan Nazım Babaoğlu, sadece haber yapmakla kalmayıp, gazetenin okurlarına ulaşması için de büyük bir çaba içine girdi.

Kemal Kılıç'ın katledilmesinin ardından canla başla çalışmaya başlayan Nazım, sadece haberler yapmakla kalmayıp, Urfa'daki gazete bayilerinin JİTEM tarafından Özgür Gündem gazetesini satmamaları için tehdit edilmeleri üzerine, sokaklarda gazete satmaktan tutun da, gazetenin her işiyle ilgilenmeye başladı.

Fakat ne yazık ki, Nazım da Murat Yoğunlu aracılığıyla JİTEM'in kendisine kurduğu tuzağa düşecekti. 12 Mart 1994 günü sabah saatlerinde Anadolu Ajansı'nın Siverek muhabirliğini yapan Murat Yoğunlu, telefonla Özgür Gündem'in Urfa bürosunu aradı. Siverek'te çok önemli bir haber olduğu söyleyerek mutlaka Siverek'e bir muhabirin gelmesini ısrarla istedi. Nazım, Murat Yoğunlu'nun ısrarlı telefonları üzerine Siverek'e gitti.

Siverek, o yıllarda DYP Urfa Milletvekili Sedat Bucak ve ailesinin koruculuğu kabul etmesi nedeniyle adeta JİTEM'in bölgedeki merkez karargâhı haline gelmişti. Korucular ve JİTEM elemanları bölgede terör estirmeye, yurtsever olarak tanınan insanları kaçırıp katletmeye, taciz, tecavüz gibi insanlık dışı suçlar işlemeye başlamıştı.

Siverek'te Bucak aşiretine bağlı 4 korucunun ilçede görev yapan bir kadın öğretmenin evini basarak, öğretmene ve kız kardeşine tecavüz ettikleri haberinin gazetede manşetten yayınlanması ise Özgür Gündem muhabirlerine yönelik ölüm tehditlerin artmasına neden olmuştu. Özgür Gündem gazetesi Urfa bürosu temsilcisinin ve büroda çalışanların ölüm tehditleri üzerine dönemin Urfa Valisi T. Ziyaeddin Akbulut'a yaptıkları başvurulara ise yanıt bile verilmiyordu.

Görgü tanıklarının anlatımlarına göre Nazım, sabah saatlerinde kendisini tuzağa çeken Yoğunlu ile buluşacakları Siverek'teki İrfan Gazetesi'ne gittiğinde, burada Bucak Aşireti'ne mensup iki korucu tarafından zorla Sedat Bucak'ın evine götürüldü. Ve bir daha da Nazım'dan haber alınamadı.

Urfa bürosu ve gazetenin merkez yöneticilerinin Nazım'ın bulunması için yaptıkları başvurulardan sonuç alınamazken; Nazım'ın Sedat Bucak'ın evine getirildiğine ise yine Bucak korucuları tarafından kaçırılan iş insanı Hüseyin Taşkaya'nın kardeşi Aziz tanıklık etti.

Ağabeyinin akıbetini öğrenmek için Sedat Bucak'ın evinin önünde bekleyen Taşkaya, iki korucunun Nazım'ı eve getirdiğini gördü. Aziz Taşkaya, savcılık ifadesinde Nazım'ı Sedat Bucak'ın evinde gördüğünü söyledi; ancak bundan da hiçbir sonuç alınamadı.

Yıllar sonra faili meçhul cinayetleri aydınlatmak amacıyla göstermelik olarak özel yetkili mahkemeler kurulunca Babaoğlu ailesi de, Diyarbakır Özel Yetkili Savcılığı'na başvurarak, Nazım'ın akıbetinin araştırılmasını talep etti.

Diyarbakır Cumhuriyet Savcısı Ahmet Karaca, 24 Nisan 2010'da 2010/1028 numaralı dosya ile yapılan başvuruyu, Urfa Savcılığı'ndaki dosya ile birleştirdi. Aziz Taşkaya'nın ifadesini de alıp Nazım'ın dosyasına ekledi. Nazım'ın dosyası hala Diyarbakır Cumhuriyet Savcılığı'nda faili meçhullere bakan savcılıkta bekletiliyor.

Nazım Babaoğlu, 19 yaşında genç bir gazeteci olarak Siverek'te gözaltına alınıp kaybedildiğinde, Ergenekon davasından tutuklanan ve yargılanan Albay Ahmet Şentürk, Siverek Jandarma Komutanı; AKP'den 4 dönem Tekirdağ milletvekilliği yapan T. Ziyaeddin Akbulut ise Urfa Valisiydi.

Nazım Babaoğlu'nun gözaltına alınıp kaybedilmesinden sorumlu olan dönemin bu mülki amirleri hakkında yapılan tüm başvurulara rağmen hiçbir soruşturma açılmadı. Babaoğlu'nu gözaltına alan Bucak aşireti korucuları ve aşiretin reisi Sedat Bucak hakkında da hiçbir dava açılmadı. 

ERSİN YILDIZ

Özgür Ülke gazetesinin Ankara, İstanbul ve merkez bürosu 3 Aralık 1994 günü sabaha karşı aynı anda bombalandı. Merkez büroda 32 yaşındaki ulaştırma görevlisi Ersin Yıldız öldü, 23 kişi ise yaralandı. İstanbul ve Ankara'da bulunan diğer iki büroda o saatlerde kimse olmadığı için sadece maddi zarar meydana geldi. Gazetede yaralananlar, gözaltına alındı; ancak tutuklanan olmadı.

Gazete sonraki sayılarını bir süre, kendisiyle dayanışma halinde olan kurumlar ve gazeteciler sayesinde çıkarabildi. Sosyalist gazeteler Özgür Ülke çalışanlarına bürolarını açtı, birçok gazeteci dayanışmada bulundu. Gazete 4 Aralık 1994'te dört sayfa çıktı, manşeti de "Bu ateş sizi de yakar" oldu.

Bombalanmanın üzerinden 15 gün geçmeden Özgür Ülke gazetesi, dönemin Başbakanı Tansu Çiller imzalı "gizli" ibareli bir belge yayınlandı. Belgede doğrudan Özgür Ülke'nin ismi verilerek şu ifadeler yer alıyordu: "Bölücü ve yıkıcı faaliyetlere destek verecek şekilde yayın yapan basın organlarının faaliyetleri son günlerde devletin bekası ve manevi değerlerine açıkça saldırı şeklini almıştır. Vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğüne yönelik bu önemli tehdidin bertaraf edilmesi maksadıyla önlemlerin alınmasına..."

Özgür Ülke'nin bürolarına yönelik saldırılarla ilgili, İstanbul 4. İdare Mahkemesi’nin 31.01.2000 ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin 16.03.2000 tarihli kararlarında devletin sorumluluğu vurgulanırken, gerek bu olaya gerekse 1990 ile 2000 yılları arasında meydana gelen olaylara ilişkin yargısal süreçte hiçbir ilerleme sağlanamadı.

TBMM’nin 12.11.1996 tarihli kararıyla kurulan ‘Yasadışı Örgütlerin Devletle Olan Bağlantıları ile Susurluk’ta Meydana Gelen Kaza Olayının ve Arkasındaki İlişkilerin Aydınlatılması Komisyonu’nun raporunda birçok kez Özgür Ülke gazetesi ile benzer yayın politikası izleyen muhalif basına ve gazetecilere yönelik saldırılara değinildi; ancak çoğu ölüm ve sakatlanmalarla sonuçlanan yüzü aşkın olay ‘faili meçhul’ kaldı.

SAFYETTİN TEPE

Safyettin Tepe, 1968 yılında Bitlis'te doğdu. Annesi 12 çocuğunu yetiştirmekle uğraşırken; babası evin geçimini çiftçilik yaparak sağlamaya çalıştı. Safyettin 28 Temmuz 1993'te Bitlis'te kaçırılıp öldürülen yeğeni, Özgür Gündem muhabiri Ferhat Tepe'nin ardından gazeteciliğe başladı. Ferhat'ın kalemini devraldı. Gazetecilik yaparken, Açık Öğretim Üniversitesi'nde İşletme okuyordu.

Önce 1993 yılında İstanbul'a gitti ve birkaç ay çalıştığı Özgür Gündem'de muhabirliği öğrendi. Sonra onu Ağrı'ya gönderdiler. Gazeteci Aydın Bolkan ile Ağrı'da otobüsten iner inmez gözaltına alındılar ve Emniyet Müdürlüğü'nde işkence gördüler. Sonra onları otobüse bindirip geri yolladılar. İki gazeteci Ankara'da indiler ve suç duyurusunda bulundular.

Safyettin, Eylül 1993'ten itibaren Özgür Gündem Adana ve Antep muhabirliği yaptı. 25 Ağustos 1995 günü gözaltına alındığında Yeni Politika gazetesinin Batman muhabiriydi. Bürodan gözaltına alınan iki gazeteci arkadaşı daha sonra serbest bırakılırken, Safyettin, Bitlis Emniyeti Terörle Mücadele Şubesi'ne götürüldü.

Ailesi Safyettin'in Bitlis Emniyeti'nde olduğunu öğrenince akşam ona yemek götürdüler. Babası Emniyet Müdürü'ne "Çocuğumdan ne istiyorsunuz?" deyince, Müdür gözaltı gerekçesini söylemedi ve yasal işlemleri yapacaklarını anlattı. Aile birkaç gün boyunca yemek götürmeye devam etti ama Safyettin ile görüşemediler.

Bitlis Emniyet Müdürlüğü'nden iki polis, babasını 29 Ağustos günü evden çağırdı. Yolda baba tam otomobile binecekken, hareket ettiler. Sonra geri çağırdılar, yine arabayı çalıştırdılar. Yaşlı baba bu şekilde karakola kadar altı kilometre yürütüldü.

Aynı akşam Sayfettin'in kardeşi Burhanettin'i de çağırdılar. Ona karakolda Sayfettin'in ölüsünü gösterdiler. Safyettin yerde su içinde yatıyordu, üzerinde sadece külotu vardı. Saçları ıslaktı. İntihar ettiğini söylediler. Burhanettin'in kardeşini teşhis ettiğine dair tutanak tuttular. Sayfettin'in cenazesi hastaneye götürülünce, aile hastaneye gitti.

Resmi otopside iç çamaşırıyla intihar ettiği, boğulduğu yazıyordu. Aile, Safyettin'in yazın atlet giymediğini, üzerinde atlet olmadığını söyleyince, savcı "Belki de o gün giymişti" dedi. Aile otopsiye itiraz etti; ancak iki gün sonra raporu imzalamak zorunda kaldılar.

Safyettin'in naaşı 30 Ağustos günü sabaha karşı alındı ve camiye götürüldü. Sırtı ve ayakları morarmıştı, kafada darp izleri vardı. Boynundaki iz hafifti. Bitlis Kadiriler Mezarlığı, askerler, polis ve panzerlerle doluydu. Cenazeyi rahat bırakacaklarına dair verdikleri sözü polislere hatırlatınca geri çekildiler.

Cenazeyi defnettikten sonra, avukatlar Osman Ergin, Talat Tepe ve gazete yetkilisi Gültan Kışanak ile birlikte aile, savcı ve vali yardımcısı ile görüştü. Savcı delilleri toplayacağını iddia etti Vali Yardımcısı da gerekenin yapılacağını söyledi. Ancak kendini astığını iddia ettikleri atleti bile gösteremediler.

Aile olayla ilgili şüphelendikleri sekiz polisin isimlerini verdi. Olaydan bir buçuk ay sonra eve yetkisizlik kararı geldi. Savcı dosyayı Bitlis Valiliği İdare Kurulu'na gönderdiğini, Vali izin verirse, dosya kendilerine sevk edilince ilgilenebileceklerini söyledi.

Bunun üzerine İl İdare Kurulu'na, Valiliğe, Adalet Bakanlığı'na dilekçeler verildi. Emniyet Müdürlüğü hakkında suç duyurusunda bulunuldu. Hiçbir cevap alamadılar. 15 Ağustos 1996'da İl İdare Kurulu sekiz polis hakkında soruşturmayı gerekli kılacak yeterli kanıt bulunmadığına karar verdi. Bu karara itiraz, 7 Ekim 1996'da Danıştay'a gitti.

Safyettin'in öldüğü gün gözaltında kimse yokmuş. Tanık olabilecek herkesi ya mahkemeye sevk etmişler ya serbest bırakmışlar. Ama 1995'te Muş Cezaevi'nden daha önce gözaltında Safyettin'i gören tanıklar bulundu. Tanıklar aileye bir şey anlatmaktan korktu ama dolaylı olarak yaşananlar şöyle anlatılmıştı: Safyettin'i işkenceye götürmüşler, işkenceden sonra elektrik vermişler, baş aşağı asmışlar. Çay içmeye gittiklerinde onu askıda unutmuşlar. Bu yüzden öldüğünü de sonradan fark etmişler...

Bu duyum üzerine, aile savcıya dilekçe verip tanıkların ifadelerinin alınmasını istedi. Savcı cezaevinde ifadelerinin alındığını ama kimsenin bir şey anlatmadığını söyledi. Aslında o tanıkların ifadelerinin alındığından aile emin olamadı. Çünkü resmi belge görmediler. Aile, bunun üzerine 1996 yılında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne (AİHM) başvurdu. Ancak orası da, başvuru ve sonrasında istenen belgelerin zamanında gönderilmediği iddiasıyla davayı ele almayı 2004 yılında reddetti.

MEHMET ŞENOL

Mehmet Şenol, 1967 yılında Diyarbakır'ın Kore mahallesinde doğdu. Annesi erken yaşta ölünce, üç ağabeyi ile birlikte 'hızlı' büyüdü. Ticaret Lisesi'nden mezun olan Mehmet Şenol, gazeteciliğe "2000'e Doğru" dergisinin Diyarbakır bürosunda Faysal Dağlı'nın yönetimi altında başladı. Mehmet Şenol, Diyarbakır'da 'kırık' diye tarif edilen delikanlı kişiliklerden biriydi; seyyar ciğercilik de yapmış biri olarak gazetecilikle çok önemli bir özellik olan halkla ilişkileri son derece gelişkindi.

Kimi diğer arkadaşlarımızın ardından Mehmet Şenol da, 1991 yılı yaz aylarında Yeni Ülke'ye katıldı. Hafız Akdemir'in öldürülmesi ardından Özgür Gündem yönetiminin 'sükunet' çağrısına karşı çıkan Mehmet Şenol, bir süreliğine Van bürosuna gönderildi. Daha sonra geldiği Diyarbakır'da, silah taşıdığı için tutuklandı ve iki ay cezaevinde kaldı. Saldırıların birinde Mehmet Şenol ile Hasan Özgün ölümden kurtulmuştu.

Özgür Gündem, Diyarbakır'da diğer bütün gazetelerden çok satıyordu. Ancak sabah erkenden bayilere dağıtılması gerekiyordu. Bu işi de saldırılara karşı bir önlem olarak en deneyimli olanlar, Hasan ile Şenol yürütüyordu. Bir gün dağıtım işini yaparken, Tekkapı'daki PTT merkezinin önünde silahlı saldırıya uğramışlardı. Üç saldırgan, bayiinin karşısındaki sokakta gizlenerek gazete aracını beklemişti.

Araç geldikten sonra Şenol gazete balyasını alarak caddenin karşısındaki bayiye yönelmiş, Hasan ve şoför aracın kapısını açık tutarak beklemişlerdi. Tam bu sırada saldırganlar araca yaklaşmış ve her biri birer şarjör boşaltmıştı. Hasan kendini delik deşik olmuş aracın arkasına atarak, şoför de direksiyonun altına sığınarak kurtulmuştu.

Polisin iddiasına göre Şenol caddenin karşı tarafından silahını çekmiş, saldırganlara nişan almış; ancak silah tutukluk yapmıştı. Kentin en işlek yeri olan olay mahalline yarım saat sonra gelen polis, saldırganları arayacağına Şenol'u gözaltına almıştı. Görgü tanıklarına da aleyhine ifade vermeleri için baskı yapıyordu. Şenol, benzeri birkaç saldırı ve polis komplosuna daha maruz kaldı, sık sık da çeşitli yerlerde gözaltına alındı.

Saldırılar devam ederken, birçok arkadaşımız yer değiştirerek çalışıyordu. Şenol da kimi zaman Urfa, Cizre, Elazığ veya diğer bürolara gönderilmekteydi. Buralarda çalışan muhabirlere hem deneyimlerini aktarıyor hem de bir süre polis takibinden kaçınıyordu. Bölgedeki arkadaşlar kimi zaman da İstanbul'a da davet ediliyor, orada bir süre tutuluyordu. Şenol da zaman zaman İstanbul'a çağrılanlar arasındaydı.

Bu arada, Mehmet Şenol gazetenin dağ muhabiri de olmuştu. Operasyon bölgelerinde bulduğu bir gedikten sızarak, PKK'lilere ulaşmayı ve iyi röportajlar yapmayı başarıyordu. On binlerce askerin peşinde koşturduğu bölge komutanını bulmak onun için sanki içgüdüsel bir şeydi. Dağ yolculuklarında kimi zaman operasyonlara da rastlıyor; ancak şansı yaver gittiği için kurtuluyordu.

Özgür Gündem, 10 Aralık 1993 günü basıldı ve tüm bürolarından 100'e yakın kişi gözaltına alındı. Tesadüfen büroda olmayanların ve hemen serbest bırakılanların başına geçen Mehmet Şenol, gazetenin yoluna devam etmesini sağlayanlardan biriydi. Böylesi baskılarla kapatılamayan gazete, daha sonra mahkeme kararıyla kapatılacaktı.

Mehmet Şenol, legal alanda başka bir şey yapamayacağını düşünmeye başladı. 30 Ağustos 1994 günü Hazro ile Kulp arasında dağlara doğru giden 11 kişilik bir grup, Rêşane köyü civarında tuzağa düşürüldü. Kurşunlanan, bombalanan bedenlerin birisinin cebinden Özgür Gündem tanıtım kartı çıktı. İsim hanesinde Mehmet Şenol yazıyordu...

GURBETELLİ ERSÖZ

Gurbetelli Ersöz, 1965 yılında Elazığ'ın Palu ilçesinde doğdu. Ziver köyünden olan Gurbetelli'nin ardından gençler onun mücadeleci ruhundan ve öncü kişiliğinden etkilendi. Ziver, Gurbetelli'nin ardından adından direnişle ve yurtsever çizgiyle bahsettirmeye başladı. Gurbetelli'nin ailesinden birçok genç ondan sonra özgürlük mücadelesinde yer aldı.

Çukurova Üniversitesi Kimya Fakültesi'nden mezun olduktan sonra aynı yerde araştırma görevlisi olarak çalışan Gurbetelli, 1983 yılında Çukurova Üniversitesi Yurtsever Öğrencilerin ilk örgütlenmesini sağladı ve Çukurova Üniversitesi'nde Yurtsever Devrimci geleneği oluşturdu. Her sene anısına Çukurova Üniversitesi'nde çeşitli etkinlikler yapılırken bir de Futbol Turnuvası düzenleniyor. Adana'da siyasetle, devrimcilikle tanışması Hedef dergisi çevresinin etkisiyle oldu. 1989 yılında tutuklanıp cezaevine girdi.

Nisan 1993'te cezaevinden çıktıktan sonra Özgür Gündem'de çalışmaya başladı ve kısa sürede gazetenin genel yayın yönetmenliğine kadar yükselerek, Türkiye'nin -günlük bir gazetede- ilk kadın Genel Yayın Yönetmeni oldu. İlk Özgür Gündem gazetesinin ikinci kez yayına başladığı bu dönemde, kendi öz kadrolarıyla yayın yapma kararı alınmıştı.

Böylesi bir dönemde, Genel Yayın Yönetmeni yardımcısı Ferda Çetin ile uyumlu bir çalışma yürütürken; sorunlara çözüm bulma konusunda ne kadar mahir olduğu ortaya çıkmıştı. Kendisine iletilen sorunları mutlaka bir ajandaya not alır ve sorunun çözülmesi için sonuna dek uğraşırdı. Daha önce Yeni Ülke ve Özgür Gündem gazetesinin davaları için yoğun olarak çalışmış olan Avukat Ferda Çetin ile adeta henüz adı konulmamış bir eş genel yayın yönetmenliği yaptılar.

Özgür Gündem gazetesi, Dünya İnsan Hakları Günü'nde (10 Aralık 1993) yüzlerce polis tarafından basılarak çalışanları gözaltına alındı. Gazete çalışanlarının bir bölümü hemen serbest bırakılırken, Gurbetelli Ersöz ve 17 gazete çalışanı 13 gün boyunca gözaltında tutulduktan sonra, İstanbul 5 No'lu Devlet Güvenlik Mahkemesi'ne 23 Aralık 1993 günü çıkarıldılar. Gurbetelli Ersöz ve İdari Müdür Ali Rıza Halis, 'örgüt üyeliği' iddiasıyla tutuklanarak Sağmalcılar-Bayrampaşa Cezaevi'ne gönderildi.

Yaklaşık 6 ay İstanbul Bayrampaşa Cezaevi'nde kalan Gurbetelli, 16 Haziran 1994 günü tahliye oldu. Ancak dava sonuçlandığında kendisine 3 yıl 9 ay hapis cezası verildi. 1994 yılında cezaevinden çıktıktan sonra, bir süre daha gazetecilik çalışmalarını yürüten Gurbetelli, artan baskılar yüzünden legal alanda kalamaz hale getirildi. Bunun üzerine, 1995 yılında yönünü dağlara dönme kararı aldı.

Kürt halkının lanetle andığı Bırakujinin kurbanlarından biri olacağı herhalde başta kendisi olmak üzere hiç kimsenin aklına gelmezdi; ancak KDP peşmergelerinin Gare Dağları'nda düzenlediği bir operasyonda, 8 Ekim 1997 günü öldürülen gerillalar arasında Gurbetelli de vardı.

Gerillada bulunduğu 1995 ve 1997 yılları arasında tuttuğu günlük daha sonra "Gurbet'in Güncesi Yüreğimi Dağlara Nakşettim" ismiyle kitaplaştırıldı. Gurbetelli Ersöz adına her yıl kadın gazetecilik ödül törenleri düzenleniyor ve 2000 yılından beri kendi adına açılan basın okulu faaliyetlerini sürdürüyor.

FAHRETTİN DÜLÇEK

Fahrettin Dülçek, Bingöl'ün Kığı ilçesinde 1965 yılında doğdu. 1990'ların başlarında değişik kimi siyasi gruplardan gelen kişiler tarafından oluşturulan Devrimci Halk Partisi'nin (DHP) legal yayın organı olarak 1 Ocak 1993 günü yayın hayatına başlayan Alternatif dergisinin Genel Yayın Yönetmenliğini üstlendi. Ancak katılımı simgesel değildi. Derginin yayınlanmasının her aşamasında yer aldı.

Devrimci Halk Partisi'ne yönelik olarak 1994 yılı Ocak ayında yapılan operasyonda gözaltına alınanlar arasında Fahrettin Dülçek de vardı. Gözaltı sürecinden sonra yaklaşık 4 ay İstanbul-Bayrampaşa Cezaevi’nde kaldı. Cezaevinden çıktıktan sonra çalışmaya kaldığı yerden devam etti.

Harekete başkalarının da katılımıyla, buradaki misyonunu tamamladığını düşünerek yönünü dağlara çevirdi. 1995 yılının yaz aylarında İstanbul'dan ayrıldı. Dağlarda küçük-büyük demeden her görevi kabul etti. Karadeniz dağlarına doğru hareket edecek bir grubun içinde bulunurken, Garzan'da yaşamını yitirdiğinde takvim yıllardan 1997'yi, mevsimlerden ise yazı gösteriyordu. 

ENVER POLAT

Bingöl'ün Kiğı ilçesindeki Xezik (Kuruca) köyünde 1965 yılında doğan Enver Polat (Selçuk Şahan) 16-17 yaşlarında Almanya'da bulunan kardeşlerinin yanına gitti. Hamburg'taki elma bahçelerinde günde 12-13 saat çalışmaktan bunaldı.

Daha sonra Hamburg’ta düzenlenen yürüyüşlere katılmaya başladı. Hafta sonları dernekte çalışıp, pankart hazırlayıp, eylemlerin tertip komitesinde yer alırdı. Bir süre sonra elma bahçelerindeki patronla kavga edip işi bıraktı.

İdeolojik ve siyasi eğitimden sonra "güzel resim yapıyor" diye ilk görev yeri Serxwebûn dergisi oldu. Bir süre burada kaldıktan sonra 1991-92 yıllarında Lübnan'daki Mahsum Korkmaz Akademisi'ine gönderildi.

Bekaa Vadisi’ndeki kampta kaldığı süre boyunca Serxwebûn’dan çalışma arkadaşı Mine (Emel Çelebi) ile basın çalışması yürüttü. Orada bir yıl kaldıktan sonra tekrar Avrupa’ya dergi çalışmaları için gönderildi. Şu an halen okunmakta olan çok sayıda kitabı yayına hazırladı, yüzlerce makale kaleme aldı.

Avrupa'da yayınlanmakta olan Serxwebûn ve Berxwedan dergisinde çalıştıktan sonra Özgür Politika gazetesinin kuruluşunda da yer aldı. Gazetenin künyesinde hiç yer almadı ama pek çok haber ve diziyi kaleme aldı. Daha sonra Med TV'nin kuruluşunda yer alan Enver Polat, 1996 yılı kışında yönünü dağlara çevirdi.

Askeri eğitimini Bekaa'da bitirir bitirmez, Zagros’a gitti ve kadro okulunda eğitimler verdi. 1997 kışında Zap’ta yapılan toplantıların ardından, baharla birlikte, bir grup gerillayla birlikte Botan’a gitti. Daha Botan’a ulaşmasının üzerinden bir hafta geçmeden, 14 Nisan 1998 günü, içinde yer aldığı grup bombalandı.

O’nun da bulunduğu tepeye uçaklar tam 37 kazan bombası bıraktı. Operasyonun ardından ölenlerin isimleri belli oldu. Aralarında Enver Polat da vardı...

SİNAN CEMGİL KAHRAMAN

Sinan Cemgil Kahraman, Dersim'in Hozat ilçesi Kızılmezra köyünde 1973 yılında doğdu. Daha sonra gittiği Avrupa'da özgürlük mücadelesine 1991 yılında katıldı. Sanatçı babası Ozan Cömert ve direnişçi annesi Şenge ile adını taşıdığı devrimci önder Sinan Cemgil’den miras yurtsever Kürdi bir damar, hassas bir sanatçı ruh ve devrimci bir militan karakter taşıyordu bedeninde.

Kemana sevdalı bir müzik aşığıydı Sinan. Omuzuna yasladığı kemanından taşan hüzünlü ses memleketi Dersim’in maruz kaldığı katliamdan arta kalan acı ağıtlarla karışır; ince ruhunda fırtınalar yaratırdı. Kemanında ustaca dans eden parmakları daha sonra bilgisayarların klavyelerinde aynı ustalıkla gezinmeye başladı.

Serxwebûn’da başlayan gazetecilik yaşamı, ardından kurucuları arasında yer aldığı Özgür Politika gazetesinin sayfalarında devam etti. Avrupa'daki devrimci yurtsever basınımızın ilk şehidi Emel Çelebi ve Serxwebûn, Berxwedan, Özgür Politika gibi gazetelerin kurucu gazetecilerinden Enver Polat'ın çalışma arkadaşlarından biri oldu.

Daha sonra yönünü dağlara çeviren Sinan Cemgil Kahraman, 14 Eylül 1998’de Botan alanında Qatoyê Marînos dağında çıkan çatışmada yaşamını yitirdi. Sinan'ın kardeşi Taylan Özgür de Abdullah Öcalan'a yönelik uluslararası komployu protesto etmek amacıyla, “Güneşimizi Karartamazsınız” diyerek, 21 Aralık 1998’de bedenini ateşe verdi ve kardeşi Sinan Cemgil ile buluştu.

ENGİN KİŞİN

Engin Kişin, 1978 yılında Bingöl merkez Dallıtepe (Cafran) köyünde doğdu. İlkokulu köyde, ortaokulu Bingöl'de okudu. Lisede okurken, ağabeyi Tekin Kişin'in gerilla komutanı olması nedeniyle sık sık gözaltına alındı ve işkence gördü.

Liseyi İzmir Kemalpaşa'da 1993 yılında bitirebildi. 1995 yılına kadar Özgür Halk'ın İzmir bürosunda çalıştı. Daha sonra derginin İstanbul ve Ankara bürolarında da bulunan Engin Kişin, 1995 yılı sonlarında tercihini dağlardan yana yaptı.

Bingöl, Erzurum, Muş ve Diyarbakır bölgesinde bulundu.

Bu süre zarfında biri omzundan biri ayağından olmak üzere iki kez yaralandı. 1999 yılındaki 'sınır ötesine' çekilme kararı gereği Bingöl-Diyarbakır dağlarından yola çıkan gruplarla sınırı geçmek üzere iken Ağrı'nın Sinekli yaylasında bir pusuya düştüler. Yaralanan bir kadın gerillayı götürmek için geri dönen Engin, 28 Eylül 1999 günü onunla birlikte şehit düştü.

Engin'in babası o dönem cezaevinde olduğu için annesi ve yakınları Ağrı'daki çatışma bölgesine gitti ve günlerce verilen mücadele sonunda cenazeyi teslim aldılar. Engin Kişin, doğduğu köyde toprağa verildi.

NESRİN TEKE

Diyarbakır'da 1981 yılında doğan Nesrin Teke, Özgür Halk dergisinin Diyarbakır büro temsilcisiydi. Uluslararası bir komplo ile Türkiye'ye getirilen PKK lideri Abdullah Öcalan için yapılan "Güneşimizi Karartamazsınız" eylemlerine katıldı ve 9 Temmuz 2000 günü yaşamını yitirdi.

Bedenini ateşe verdikten sonra Dicle Üniversitesi Hastanesi'ne kaldırılan ve tedavi altına alınan Nesrin Teke, pansumanı yapıldıktan sonra, "yer yok" denilerek sevk edildiği Adana'da özel bir hastanede (Ortadoğu Hastanesi) tedavisine devam edildi.

Teke, 28 gün sonunda durumu iyiye doğru giderken ameliyata alındı; ancak bir daha kendine gelemedi. Oysa doktorlar, ameliyat olmadan birkaç gün sonra Nesrin’in taburcu olacağını söylemişti. Ama Nesrin ameliyata girdikten sonra hayatını kaybetti.

Özgür Halk Diyarbakır Temsilcisi Nesrin Teke'nin ardından, 22 Haziran 2000 günü, aynı amaçla kendini yakan Özgür Halk muhabiri ve Dicle Üniversitesi Siirt Eğitim Fakültesi öğrencisi Mahmut Yener'le birlikte, Diyarbakır Mardinkapı Mezarlığı'nda 11 Temmuz 2000 günü toprağa verildi. Binlerce kişinin katıldığı cenaze töreninde "Şehitler ölmez" sloganları atıldı.

BURHAN KARADENİZ

Burhan Karadeniz, 1973 yılında Diyarbakır'da doğdu. Liseyi bitirdikten sonra gazeteciliğe Yeni Ülke gazetesinde 1991 yılında başladı. Daha sonra geçtiği Özgür Gündem'de muhabir olarak çalışırken, 5 Ağustos 1992 günü saat 08:30 civarı uğradığı silahlı saldırıda ağır yaralandı. Bu saldırıya uğradığında henüz 19 yaşındaydı.

Genç yaşına rağmen kontrgerilla ve faili meçhuller üzerine defalarca manşetlik haberler yaptı. Birçok tehdit aldı; ancak tehditlere -Diyarbakır'da vurulana kadar- aldırmayarak işini yaptı. Arkadan kurşunlanmış, ensesinden aldığı kurşun yarasıyla felç olmuştu. O günden sonra tekerlekli sandalyede yaşamını sürdürmek zorunda kaldı. Ama yine de gazeteciliği bırakmadı. Sürgünde yaşamakta olduğu Almanya'da, Özgür Politika gazetesinin yayına hazırlama çalışmalarına 1993 yılında katıldı.

Med TV yayına başladığında kitap tanıtımları yaparak "Mavi Vazo" programını hazırladı. 1998'de de gerilla yaşamını anlatan "Sûretên Jiyane" adlı bir program ekledi çalışmalarına. 22 Mart 1999'da Med TV kapanınca Özgür Politika'da kültür-sanat sayfasında yazmaya başladı. Medya TV açıldığında tekrar televizyonda çalışmaya başladı ve "Haber Arası" adlı programı yaptı ve sundu. Kürdistan Gazeteciler Birliği -YRK'nin de kurucu üyelerindendi.

Burhan, tekerlekli sandalye kullanmanın hayatına yön vermesine izin vermedi. Gerektiğinde binlerce kilometreyi yalnız gitti. Trenlere yalnız bindi ve indi. Kendisine sakat muamelesi yapılmasından ve buna göre davranılmasından hiç hoşlanmadı. Yürüyebilen bir insanın yaptığı her şeyi yaptı, hatta çoğu yürüyenin yapmadıklarını da yaptı.

Geçirdiği bir kaza sonucu, Almanya'nın Bochum kentinde 24 Mart 2003 günü yaşamını yitirdi. Cenazesi daha sonra getirildiği doğum yeri Diyarbakır'da toprağa verildi. "Ruhumu O Topraklarda Bıraktım" adlı kitabı ölümünden beş yıl sonra yayımlandı.

VOLKAN ERYİĞİT

Volkan Eryiğit, 2 Şubat 1976 günü Van’ın Edremit ilçesinde dünyaya geldi. Ancak babasının memur oluşu yüzünden birçok ayrı yerde yaşamak zorunda kaldı. Bu yüzden ilkokulu Adana'da, ortaokulu Artvin'de, liseyi ise Zonguldak'ta okudu. Açıköğretim Fakültesi'nin Turizm-Otelcilik bölümünden mezun olduktan sonra, Van Yüzüncüyıl Üniversitesi'ne bağlı Ahlat Meslek Yüksekokulu’nda Bilgisayar Programcılığı bölümünü bitirdi.

Üniversite bittikten sonra çalışmak için İstanbul’a gitti. Daha sonra Adana’ya dönen Volkan, 1998 yılında HADEP Gençlik Kolları'nda çalışmaya başladı. Buradaki çalışması, 2002 yılına kadar sürdü. Ardından Dicle Haber Ajansı'nda muhabir olarak çalışmaya başlayan Volkan Eryiğit ve Evrensel Gazetesi muhabiri Hasan İşler, Demokratik Güç Birliği'nin seçim konvoyunu, SHP'ye ait bir seçim otobüsü üstünde izlerken, 19 Mart 2004 günü, Adana'da geçirdikleri kazada öldüler.

Sabancı Merkez Camii'nde düzenlenen cenaze törenine, ölen gazetecilerin aileri ve yakınlarının yanı sıra DEHAP Genel Başkanı Tuncer Bakırhan, EMEP Genel Başkanı Levent Tüzel, Evrensel Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni İhsan Çaralan, Dicle Haber Ajansı Genel Müdürü Uğur Balık ile çok sayıda vatandaş katıldı. Konuşmaların ardından, Volkan Eryiğit'in cenazesi ise Küçükoba Mezarlığı'nda toprağa verildi.

İDRİS ATAK

İdris Atak, 1983 yılında Şırnak merkeze bağlı Sipindarok köyünde doğdu. Köylerinin 1986 yılında güvenlik güçlerince yakılması üzerine, ailesi Adana'ya göç etmek zorunda kaldı. Adana'da liseye kadar okudu. Daha sonra Özgür Basın Geleneği'nin çıkardığı gazete ve dergilerin dağıtımında çalıştı. Birçok defa gözaltına alındı ve işkence gördü.

Özgür Halk dergisinin Adana temsilciliğinde çalışırken, 2000 yılında tutuklandı ve 4 ay Kürkçüler F Tipi Cezaevi'nde kaldı. Tahliye olduktan sonra Özgür Halk dergisinin İstanbul'daki merkezinde çalışmaya başlayan İdris Atak, orada da baskı görmesi üzerine, 2001 yılı Eylül ayında, mücadelesini dağlarda sürdürmeye karar verdi. İdris Atak, 14 Temmuz 2004 günü Kato dağlarında şehit düştü.

BAHATTİN KARAKÜTÜK

İbrahim Bahattin Karakütük, Mersin’de 1966 yılında doğdu. Mersin TED Koleji’nden mezun olduktan sonra 1984 yılında ODTÜ Fizik bölümünü kazandı. Özgür Gündem gazetesinin Ankara bürosunda 1992 yılından itibaren çalışmaya başladı. Bildiği üst düzey İngilizce sayesinde diplomasi muhabiri olarak yaptığı haberleriyle medyada göze batmaya başladı.

Özgür Gündem'in kapatılması ardından yayınlanmaya başlayan Özgür Ülke gazetesinde çalışırken, 29 Kasım 1994 günü saat 13:00 itibariyle Bahattin'den (Baha) haber alamayan gazeteci arkadaşları, tüm ülkeyi ve dünyayı ayağa kaldırdılar. Emniyet önce kendilerinde olmadığını iddia ettikleri Baha'yı bir gün sonra karakoldan serbest bıraktı.

Hakkında herhangi dava açılmayan; ancak gözaltındayken ölümle tehdit edilen Baha, 1995 yılında Avrupa'ya sürgüne gitmek zorunda kaldı. Ancak orada da yayınlanan Özgür Basın geleneği gazetelerinde de diplomasi muhabirliği ve araştırmacı gazetecilik yapmaya devam etti.

Bahattin Karakütük, aynı zamanda Med TV, Medya TV ve ROJ TV’ye de çeşitli belgesel ve programlar hazırladı. En son olarak Özgür Politika ve Özgür Gündem'de köşe yazıları yayınlanmakta olan Karakütük, ROJ TV’de yayınlanan Rojname programının da yapımcılığı ve sunuculuğunu yapıyordu.

Roj TV'de yayımlanan bir programda "En büyük idealim Ankara'da gazetecilik yapmak" diyen; Özgür Gündem'de yayınlanan son yazısında, sıla özleminden söz eden Bahattin Karakütük, sürgünde yaşamaya dayanamayarak İskoçya'nın Glasgow kentinde yaşamına 10 Ocak 2005 günü son verdi.

Öldüğünde 40 yaşında olan ve cenazesi Glaskow'daki Linn Park Mezarlığı'nda ailesi ve arkadaşları tarafından toprağa verilen Baha, evli ve iki çocuk babasıydı. Kapkaranlık iklimli Avrupa’nın bunalttığı Akdenizli Baha, bizim gözümüzde şehittir.

AYFER SERÇE

Ayfer Serçe, 1974 yılında Urfa'nın Viranşehir ilçesinde doğdu. Lise yıllarında Karacadağ adlı radyoda sunucu olarak çalıştı. Daha sonra dershane için Adana ve Mersin'e giden Ayfer, dershane sürecinden sonra iki yıllık bir yüksek okula girmeye hak kazandı. Kaydını yapmak için gittiği bu yerde, okumaya müsait bir yer olmadığını düşünerek ve abisiyle bir süre tartıştıktan sonra kayıt yaptırmaktan vazgeçip geri döndü.

Ardından Çukurova Üniversitesi İşletme bölümüne geçti. Ayfer, burada iki yıl okuduktan sonra 1998 yılında, Kürt kadın mücadelesine daha aktif katıldı. Kürt medyasında yer alan Ayfer Serçe, 2000'li yılların başlarında Şilan Aras ismini kullanarak Mezopotamya Haber Ajansı'nda çalışmaya başladı.

MHA'nın 2005 yılında kapanmasının ardından aynı yıl yayın hayatına başlayan Fırat Haber Ajansı'nın (ANF) Ermenistan muhabirliğini yaptı. Ermenistan'da üç yıl kaldıktan sonra Federal Kürdistan Bölgesi'ne geçen Şilan Aras, ardından Rojhilat'ın Urmiye ve Mahabat kentlerinde artan kadın intiharlarını araştırmak amacıyla bölgeye geçti.

Şilan, üç haftalık kadın intiharlarını araştırma çalışmasının ardından 19-23 Temmuz 2006 arasında Türkiye-İran sınırındaki Kelareş bölgesinde İran ordusu tarafında düzenlenen bir pusuda katledildi. Şilan'ın hayatını kaybettiği tarih, merkezi Paris'te bulunan Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü (RSF) kayıtlarında 23 Temmuz 2006 olarak geçiyor. Bizim kaynaklarda ise Şilan'ın yaşamını yitirdiği tarih 19 Temmuz olarak belirtilmektedir.

Ayfer Serçe'nin cenazesi İran'dan alınarak doğum yeri olan Urfa'nın Viranşehir ilçesine getirilmek istendi; ancak İranlı yetkililer cenazeyi vermediği gibi, bu konuda herhangi bir açıklama yapmayı da reddettiler. Ölümün duyulması ardından Ayfer Serçe'nin Viranşehir'deki ailesine taziye ziyaretleri yapıldı.

HALİL UYSAL

Kamuoyunun "Halil Dağ" ismiyle tanıdığı Halil İbrahim Uysal, İzmirli bir babanın ve Ağrılı bir annenin ilk çocuğu olarak 1973 yılında Almanya'da dünyaya geldi. İlköğrenim yılları İzmir ile Almanya arasında geçti. Ardından ortaokul ve liseyi İzmir'de özel bir kolejde okuyup, mezun olduktan sonra yeniden Almanya'ya döndü.

Avrupa’ya döndüğünde hem işçi olarak farklı alanlarda çalıştı, hem de gece okullarında kısa süreli fotoğraf eğitimi aldı. Bu koşullarda yaşadığı üç yıl içinde Kürtlerin özgürlük mücadelesiyle tanıştı. 1994 yılında Avrupa'da ilk Kürt televizyonu Med TV'nin kuruluş çalışmalarında yer aldı. Televizyondaki birkaç kameramandan biri oldu.

1995 yılının 1 Nisan günü PKK lideri Abdullah Öcalan ile bir röportaj çalışması için bir Alman kameramanın yardımcısı olarak Ortadoğu’ya adım attı. Oradaki gerillalar ile yaptığı çekimler sırasında tanıştı. Öcalan ile yapılan röportajını ilk anlamlı çalışması olarak gördü ve orada kalmaya ve daha ileri gitmeye karar verdi.

Bu kararından sonraki tüm yaşamını, üç gerilla arkadaşıyla birlikte Besta'da öldürüldüğü 1 Nisan 2008 gününe kadar dağlarda sürdürdü. İlk dönemlerinde dağlarda gerillaları, gerilla yaşamını fotoğraflayan Uysal, süreç içinde kısa film denemeleri yaptı. 2006 yılında Kürt kamuoyu tarafından çok beğenilen “Beritan” filmini çekti. Gerilla yaşamını anlatacak olan "Ağrı Dağı’na Yürüyenler" adlı projesi için bir süreden beri bölgede bulunuyordu.

"Botan’ın Günlüğü-Beni Bağışlayın" isimli bir kitabı yayımlanan Halil Uysal’ın çektiği ve yayınlanan filmleri ise şunlardır: Nepaniya Rûye Me, Tirej (2002), Eyna Bejnê - Boy Aynası (2002), Dema Jin Hezbike (2003), Firmeskên Ava Zê -Zap’ın Gözyaşları (2005), Beritan (2006) ve Ein Lied für Zagros - Zagros için bir şarkı (2007)...

METİN ALATAŞ

Mardin'in Derik İlçesi'nde yaşamakta olan Metin Alataş'ın ailesi 1990'lı yıllarda üzerindeki baskılar nedeniyle Adana'nın Seyhan İlçesi'ndeki Gülbahçesi Mahallesi'ne yerleşmişti. Azadiya Welat gazetesinin Adana bürosunda çalışmakta olan Metin Alataş, 3 Nisan 2010 günü dağıtım yaptığı mahalleden ayrıldıktan sonra kendisinden bir daha haber alınamadı. Alataş’ın boğularak öldürülmüş bedeni, ertesi gün Seyhan ilçesine bağlı Hadırlı mahallesindeki bir portakal bahçesinde ağaca asılı halde bulunduğunda 34 yaşındaydı. Alataş'ın cenazesi 5 Nisan 2010 günü Adana'nın merkez Seyhan İlçesi Karasu Mahallesi'nde bulunan Küçük Oba Mezarlığı'nda defnedildi.

Alataş, katledilmeden önce sürekli olarak kimliği belirsiz kişi veya kişiler tarafından ölüm tehditleri almaktaydı. Bu ölüm tehditlerinden en somutu ise 22 Aralık 2009 tarihinde yaşandı. Alataş, gazete dağıtımı yaptığı esnada 01 SD 443 plakalı, 1993 konseptinin meşhur kaybetme aracı beyaz Renault Toros markalı araçtan inen kimliği belirsiz kişilerce araca zorla bindirilerek darp edilmiş ve ölümle tehdit edilmişti. Alataş, bu tehdide ilişkin olarak ‘can güvenliği olmadığı’ gerekçesiyle Adana Cumhuriyet Başsavcılığı'na suç duyurusunda bulunmuştu ve aradan sadece yaklaşık 3 ay sonra katledildi.

Alataş’ın alıkonulması ve ölümle tehdit edilmesine ilişkin şikâyeti sonrasında araç plakası için dahi araştırma yapılmadı. Olaydan iki gün önce bisikleti çalınmıştı ve özellikle son günlerde çalışma arkadaşlarına “Beni sürekli izliyorlar ve tehdit ediyorlar, her an başıma bir şey gelebilir” diyordu. Ölü bulunduğunda savcılık ilginç bir şekilde önce ailesini değil, gazetenin basıldığı Adana'daki matbaayı aramıştı. Üzerinde sürekli kimlik taşıdığı bilindiği halde, ölü halde bulunduğunda üzerinde herhangi bir kimlik çıkmadı.

Resmi rakamlarca ısrarla ‘intihar etti’ denmesine rağmen, somut olarak intiharı bırakalım, ruhsal durumunun kötü olmasını gerektirecek herhangi bir sorunu yoktu. Aile bireylerinin ve tüm arkadaşlarının ifadelerine göre her şeye rağmen son derece neşeli, hayata bağlı bir insandı. Ölümüne ilişkin soruşturma da, tıpkı ölmeden önce ‘şikayetçi’ konumunda olduğu diğer dosya gibi etkin bir şekilde yürütülmedi. Sadece bir rapora dayanarak kapatıldı.

Oğlunun gazetede çalıştığı için sürekli tehdit edilip, saldırıya maruz kaldığını belirte anne Hatun Alataş, öldürülmeden önce zorla alıkonulan oğluna işkence yapıldığını ifade etti. Anne Alataş, başına bir şey gelebileceğine dair duyduğu kaygılar nedeniyle işine ara vermesini istediği oğlunun kendisine, "Anne sen ne diyorsun. Ara vermiyorum. Ne öldürülmekten ne de tutuklanmaktan korkmuyorum. Çalışmaya devam edeceğim" yanıtı verdiğini söyledi.

MAZLUM ERENCİ

Mazlum Erenci, 1992 yılında Amed'de doğdu. Ortaokulda okurken, gazete dağıtımında çalışmaya başladı. Bu dönemde pek çok kez tehdit edildi. Amed'de 14 Temmuz 2009 günü Öcalan'ın saçlarının zorla kazıtılmasını protesto eden kitlenin arasında bulunduğu iddiası ile Koşuyolu Parkı'nda Diyarbakır İl Emniyet Müdürlüğü'ne bağlı TEM Şube polisleri tarafından gözaltına alınan 16 yaşındaki Mazlum Erenci, üç gün gözaltında kaldıktan sonra çıkarıldığı nöbetçi mahkeme tarafından tutuklandı.

Diyarbakır 6. Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılanan Erenci daha sonra "Örgüt üyesi olmak" iddiasıyla 4 yıl 2 ay, "Örgüt propagandası yapmak" iddiasıyla 6 ay 20 gün ve 2911 Sayılı "Toplantı ve gösteri yürüyüşleri Kanunu'na muhalefet etmek" iddiasıyla ise 2 yıl 9 ay ve böylece toplamda 7 yıl 5 ay 20 gün hapis cezasına çarptırıldı.

Mahkeme kararı sonrasında tutuklanarak Diyarbakır E Tipi Kapalı Cezaevi'ne konulan Erenci, orada 9 ay 15 gün tutuklu kaldı. Yargıtay'a gönderilen Erenci'nin dosyası Terörle Mücadele Kanunu - TMK'de yapılan değişik ardından bu kez Diyarbakır Çocuk Mahkemesi'ne sevk edildi.

Dosyasının gönderildiği Diyarbakır Çocuk Mahkemesi'nin kararıyla 22 Nisan 2010 günü tahliye edilen Erenci, gözaltına alınırken ve gözaltında iken uğradığı işkenceye ilişkin başından geçenleri İHD Diyarbakır Şubesi'ne yaptığı başvuruda ayrıntılı bir şekilde açıklamıştı.

Zaten Mazlum'un Erenci'nin yaşındaki birinin 7 yılı aşan bir hapis cezası alması büyük bir infial yaratmıştı. Bu yüzden hakkında kim bilir kaç kez haber yapmışızdır. Hatta bu denli haber yapılması üzerine dönemin iktidarı Terörle Mücadele Kanunu'nda bir değişikliğe gitmek zorunda kaldı ve Mazlum tahliye edildi.

Tahliye olduktan sonra, Mazlum Erenci bir süre Dicle Haber Ajansı'nda muhabir olarak çalıştı. Nitekim kısa sürede fotoğraf çekmesini ve haber yazmasını öğrenmişti. Ancak hakkında yapılan haberler yüzünden gıyaben çok iyi tanıdığım Mazlum'la yüz yüze tanışmam Nusaybin'deki bir etkinlikte oldu.

Ayşe Gökkan'ın başkanlığındaki Nusaybin Belediyesi'nce düzenlenen etkinlikte konuşmasını yapan Prof. Mithat Sancar ile birlikte bulduğumuz bir araçla Amed'e dönecektik. Mazlum o sevimli girişkenliği ve cevvalliğiyle zaten dolu olan araçta kendisini bir yerlere sıkıştırmaya ikna etmişti bizleri. Sonra, sonra; çok kısa bir zaman sonra acı haber gelmekte gecikmedi.

Meğerse gazetecilik, halkının mücadelesinde yeterli gelmemiş olmalı ki, Mazlum yönünü dağlara dönmüştü. Dersim'in Çemişkezek ilçesi kırsalında, 29 Haziran 2011 günü yaşanan bir çatışmada ölenler arasında Mazlum Erenci de vardı.

Amed'e getirilen cenazesi, aralarında dönemin belediye başkanları ve milletvekillerinin de bulunduğu binlerce kişinin katılımıyla Yeniköy Mezarlığı'nda toprağa verildi.

Özgür Basın geleneğinin önde gelen kişileri olarak Mazlum'u gazetecilikte ısrar etmesi konusunda ikna edemeyişimiz bence büyük bir eksikliktir ve bu yetersizlik sızısı hiç dinmeyen yüreğimdeki en büyük yaralardan biridir!..

DENİZ FIRAT

Leyla Yıldızhan (Deniz Fırat), 1984 yılında Van'ın Çaldıran ilçesine bağlı Xecê Xatûn (Hangediği) köyünde doğdu. Ailesi, devletin baskıları yüzünden Güney Kürdistan'a göçmek zorunda kalmıştı. Yönünü dağlara çeviren ablası ve kız kardeşi bir süre sonra şehit düşerken; Deniz Fırat, 6-7 yaşlarında geldiği Maxmur Mülteci Kampı’nda büyüdü. Gazetecilerin olmadığı Kürdistan’ın değişik bölgelerinde muhabirlik yaptı. En son Maxmur'dan savaşın tüm sıcaklığı içerisinde gece-gündüz haber geçiyordu. Haftalık Maxmur gazetesini de bir grup gençle birlikte çıkarıyordu.

Federal Kürdistan'daki Maxmur Kampı'na dönük IŞİD çeteleri saldırısında 8 Ağustos 2014'te haber takibi yaptığı sırada havan topu atışı sonucu yaşamını yitirdi. Leyla Yıldızhan'ın cenazesi daha sonra Habur Sınır Kapısı'ndan Türkiye'ye getirildi. Sınırdan geçtikten sonra Şırnak'ın Silopi İlçesi'ne getirilen Yıldızhan'ın cenazesini aralarında HDP Şırnak milletvekilleri Selma Irmak, Faysal Sarıyıldız'ın da olduğu kalabalık bir kitle karşıladı.

Silopi Devlet Hastanesi'nde yapılan ön otopsinin ardından Yıldızhan'ın cenazesi yaklaşık iki kilometre omuzlarda taşındı. Diyarbakır Adli Tıp Kurumu'nda yapılan otopsinin ardından Leyla Yıldızhan'ın cenazesi toprağa verilmek üzere memleketi Van'a götürüldü. Cenaze, Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Dursun Odabaşı Tıp Merkezi'nden alındı ve yüzlerce araçlık konvoy eşliğinde Çaldıran'a doğru yola çıkarıldı.

Konvoyda Yıldızhan'ın ailesi ve meslektaşları, binlerce yurttaşın yanı sıra, HDP Van milletvekilleri Özdal Üçer ve Nazmi Gür, Van Bağımsız Milletvekili Kemal Aktaş, Van Büyükşehir Belediyesi eş başkanları Bekir Kaya ve Hatice Çoban, ilçe belediye eş başkanları, sivil toplum örgütleri temsilcileri, Barış Anneleri Meclisi üyeleri, DBP ve HDP yöneticileri de yer aldı.

"Şehîd namirin" sloganı eşliğinde Yıldızhan'ın doğduğu eve kadar taşınan cenazeyi, 20 yıldır kendisini göremeyen kardeşleri, ağabeyi ve yeğenleri karşıladı. Tabutu odaya götürüp bir süre cenaze ile yalnız kalan aile bireyleri gözyaşlarına hakim olamadılar. Duygusal anların yaşandığı evde, cenaze kadınlar tarafından omuzlanarak, önce köy camisine, ardından da köy mezarlığına götürüldü.

Cenaze, Yıldızhan'ın vasiyeti üzerine yaşamını yitirdiği sırada üzerinde bulunan elbiselerinin ayak ucuna bırakılması ile kadınlar tarafından toprağa verildi. Saygı duruşu ve "Çerxa Şoreşe" marşının okunmasının ardından MEYADER Van Şube Başkanı Salih Kaplan söz aldı. Kaplan, İslam adına katliamlar gerçekleştiren IŞİD'i kınadı. Kaplan, "Senin kalemin Rojava ve Şengal'i özgürleştirdi. Bizler de senin arkandayız. Sonuna kadar mücadele edeceğiz" dedi.

Özgür basın çalışanları adına törende konuşan Özgür Gündem Gazetesi Editörü Günay Aksoy ise, onun kalemini yerde bırakmayacakları sözü verirken, Van Bağımsız Milletvekili Kemal Aktaş ise "Deniz'in kalemi ve kamerası bizim için büyük bir onurdur. Rahat uyu Deniz. Maxmur ve Şengal seninle özgürleşti. Kalemini yerde bırakmayacağız" dedi.

KADRİ BAĞDU

Kadri Bağdu 1968 yılında Siirt'in Pervari ilçesine bağlı Erkend köyünde doğdu. Tansu Çiller, Mehmet Ağar ve Doğan Güreş döneminde köylülerin korucu olması istendi. Erkend köyünün tek bir ferdi korucu olmayı kabul etmedi. Her aileden bir kişiyi gözaltına aldılar ve günlerce işkence ettiler yine korucu olmayı kabul ettiremediler. “Köyünüzü yakarız” dediler. “Köyümüzü yaksanız da korucu olmayız” dediler.

Bir sabah asker ve özel harekat polisleri köylerine operasyon düzenledi. Bütün köylüleri evlerinden çıkardılar ve Erkend köyünü yaktılar. Hepsinin gözlerinin önünde köyü yaktılar. Kadri henüz gençti. Kadri köyde çobanlık yapıyordu. Koyunlarını gezdirdiği otlakları geride bırakarak göç yollarına düştü Kadri. Hepsi akrabaydı. Günlerce nereye gideriz diye düşündüler. Sonra Çukurova'ya ekmeklerini topraktan kazanacakları diyara yol aldılar. Kadri önce Mersin'e yerleşti. Ancak orada da baskılar sürdü.

Ardından Adana Şakirpaşa Mahalle'sine taşındılar. Kadri Bağdu geldiği ilk yıllarda hamallık yaparak ailesinin ekonomik geçimini sağladı. Bu arada, mücadele ile bağını hep korudu ve mücadele etmeyi sürdürdü. 1998 yılına kadar üç kere örgüt üyesi olduğu iddiasıyla gözaltına alındı. Her seferinde işkence gördü ve 3-4 ay hapiste yatmak zorunda kaldı.

1998 yılında gazete dağıtımcılığına başladı. Gazete dağıttığı için defalarca polisin tehditlerine maruz kaldı, gözaltına alındı. Eşi Şemsê ve çocukları da gözaltına alındı, hapse atıldı. Kadri, Adana Seyhan ilçesi Şakirpaşa mahallesinin hafızasıydı. Herkesi biliyor ve tanıyordu. Oraya kim gitse mutlaka Kadri ile tanışmıştır. Başka türlü orada çalışmak ve yer edinmek mümkün değildi.

İşte bu özellikleri nedeniyle hedef alındı. 14 Ekim 2014 günü erkenden kalktı yatağından. Eşi ve çocuklarıyla vedalaşmadan çıktı evden. Ne de olsa her sabah yaptığı işti bu. Mavi bisikletine atladı; Özgür Gündem ve Azadiya Welat gazetelerini attı arkasına. Gazete bırakmak için abonelerini gezdi; belki de ilk abonesine daha gidememişti veya gidiyordu. Saat 09:30 civarıydı.

17 yıldır çalıştığı, 24 yıldır yaşadığı sokaklarda kendisini güvende hissediyordu. Ne de olsa her sabah gazete dağıtırken pedal çevirdiği sokaklardaydı. Motosikletli ve maskeli iki kişi arkasından yaklaştı; 5 kurşun isabet etti bedenine. Her sabah abonelerine ulaştırdığı gazeteleri o gün onunla birlikte ulaşamadılar; bir sokak ortasında mavi bisikletiyle birlikte öyle dağınık duruyorlar...

Kadri katledildiğinde 46 yaşındaydı. Ondan geriye etrafa dağılmış gazeteleri ve mavi bisikleti kaldı. 15 Ekim Çarşamba günü mavi bisikletli gazeteci eşi, çocukları ve dostları tarafından Adana'da toprağa verildi. Katil ya da katillerin bulunup, yargılanması için yapılan tüm başvurular sonuçsuz kalırken; Kadri Bağdu'nun öldürülmesini anlatan bir IŞİD üyesinin görüntü ve yazışmalarına ulaşıldı.

Nitekim 2016 yılına ait görüntüler ve yazışmalarda Servet Koç isimli IŞİD’li, Adana’da işlenen Kadri Bağdu, Yusuf Gülderen ve Ahmet Albay cinayetlerinin nasıl gerçekleştiğini anlatıyor. Söz konusu görüntülerde Koç, Bağdu cinayetinde kullanılan motosikletin "Birinci emirimiz" dediği Murat Bulanık’a ait olduğunu, silahı da "Ağrılı Cumali" isimli birinin getirdiğini aktarıyor.

Adana’da IŞİD’in "infaz timi"nde yer aldığını söyleyen Servet Koç, bu yazışmalarda, bütün suçun kendine atıldığını gördüğü için olan biteni anlattığını öne sürüyor. Koç, işledikleri cinayetlerden sonra Suriye'ye nasıl geçtiklerini ve orada gördükleri eğitimi de tek tek aktarıyor. Koç, "Bu olayı yapan en büyük sorumlu bir Murat Bulanık, iki Barış Tekçe, ondan sonra ben, Taner, Coşkun Yalçın" itirafında bulunuyor.

ROHAT AKTAŞ

Rohat Aktaş, 1997 yılında İstanbul'da doğdu. 1999 yılında yaşanan Gölcük-İzmit Depremi'nde ailenin İstanbul'daki evi yıkılınca, aile memleketleri Suruç'a geri dönmek zorunda kaldı. Rohat, bir yandan lisede okurken Kürtçe yayınlanan Azadiya Welat gazetesinin dağıtımında çalıştı. Liseden mezun olduktan sonra Azadiya Welat gazetesinin yazıişleri müdürlüğünü üstlendi.

Şırnak’ın Cizre ilçesinde yerel yönetim direnişlerine karşı 14 Aralık 2015 tarihinde ilan edilen 79 günlük sokağa çıkma yasağının devam ettiği 7 Şubat 2016 günü, yüzü aşkın kişi mahsur kaldıkları 3 binanın bodrum katında yakılarak öldürüldü. Kamuoyunda büyük tepkiye neden olan bodrumların birincisinde 31, ikincisinde 62, üçüncüsünde ise 44 kişi katledildi.

Bodrumlarda katledilenler arasında Cizre Halk Meclisi Eşbaşkanları Mehmet Tunç ve Asya Yüksel, Demokratik Bölgeler Partisi (DBP) PM üyeleri, MKM sanatçıları, KJA üyeleri ve çok sayıda öğrencinin yanı sıra çocuklar da yer aldı. Bodrumlarda katledilenlerden Azadiya Welat gazetesi Yazı İşleri Müdürü Rohat Aktaş, DBP PM Üyesi Mehmet Yavuzel ile birlikte Urfa’nın Suruç ilçesinde 26 Şubat 2016 günü defnedildi.

Aktaş ve Yavuzel ile birlikte bodruma sığınan yaralıların tahliye edilmesi ve hastanede tedavi edilmesi için yapılan girişimler, asker ve polislerce engellenmiş basın ve meslek örgütlerinin yaptığı çağrılar ile Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) yapılan acil tedbir başvurusu da sonuçsuz kalmıştı. Yakıldığı için teşhis edilemeyen cenazelerin belirlenmesi için ailenin verdiği kan örneği üzerinden yapılan DNA eşleşmesi sonucu Aktaş ve Yavuzel’in cenazeleri, Habur Sınır Kapısı’nda geçici olarak kurulan Adli Tıp Kurumu’na götürüldü. Aktaş ve Yavuzel’in cenazeleri, 26 Şubat 2016 tarihinde Urfa’nın Suruç ilçesindeki Aile mezarlığında (Kobanê Şehitliği) yan yana defnedildi. Cenazeler defnedildiği gün ilçe sakinleri kepenkleri kapatarak yaşamı durdurdu ve binlerce kişi mezarlığa akın etti.

14 Aralık 2015’te sokağa çıkma yasağı ilan edilen ilçeden haber geçen, katledildiğinde 19 yaşında bir gazeteci olan Aktaş, “geri dön” ısrarlarına rağmen “Eğer ben burada ki gerçekleri yansıtamazsan, benim bu mesleği yürütmemin bir anlamı kalmaz” diyerek bölgeyi terk etmedi. Çatışmaların birinci ayında kaldığı evin bombalanması sonucu yaralanan Aktaş, diğer yaralılarla birlikte hastaneye götürülmesine izin verilmedi.

Katliama dair herhangi bir soruşturma başlatılmazken, Aktaş’ın kendisi ve ölümünü haberleştiren Azadiya Welat gazetesi çalışanları hakkında soruşturma açıldı. Aktaş hakkında Diyarbakır 4. Ağır Ceza Mahkemesi’nde 7.5 yıla kadar cezalandırılması istemiyle dava açan ve hakkında yakalama kararı çıkaran savcı, 22 ay sonra “Aktaş’ın ölümüne ikna olup” dosyanın düşürülmesini talep etti ve dosya mahkeme tarafından düşürüldü.

Oğlu yaralandığı sırada Aktaş’ın annesi Meliha Aktaş, Cizre-Nusaybin arasında sivillerin başlattığı nöbet eyleminde yer aldı. Aktaş, annesi ile yaptığı son telefon görüşmesinde, “Anne kendine iyi bak” dedi. Oğlunun yaralandığı haberini alan anne yaşanan vahşetten habersiz, yanına pijama, havlu alarak Cizre’ye doğru yola çıktığında bodrumlarda insanların yakılarak katledildiği haberini aldı.

Cenazeler öyle bir hal almıştı ki anne Aktaş, oğlunun cenazesine defalarca bakmasına rağmen onu tanıyamadı, ancak DNA testi sonucu cenaze teşhis edilebildi. Otopsi raporunda ise ölüm nedeni olarak, “Bilinmeyen bir sebep” yazılsa da “vahşet” bütün dünyanın gözü önünde yaşandı.

NAGİHAN AKARSEL

Nagihan Akarsel, 24 Haziran 1977 günü Konya'nın Cihanbeyli ilçesine bağlı Gölyazı köyünde doğdu. Asırlar önce Kurdistan’dan sürgün edilerek Konya’ya yerleştirilen Kürtler içinde büyüdü. 1960’lı yıllarda Avrupa’ya doğru başlayan yoğun bir iş göçü sonrası köyünde çoğunlukla kadın, çocuk ve yaşlılar kalmıştı. Kadın emeğinin ve düzeninin ön planda olduğu bir köyde büyüyen Nagihan’ın arkadaşları, onu kadın mücadelesine iten en önemli faktörlerden birinin bu olduğunu ifade ediyor.

Çok erken yaşlarda babasına yaptığı baskı sonucu Akarsel, okula gidebildi. İlk ve orta eğitimini Gölyazı’da alan Akarsel, liseyi Konya’da bitirdi. Bu süreçte üniversiteye hazırlanan Akarsel, 1993 yılında tıp fakültesine girebilecek düzeyde bir puan aldı. Ancak o dönem “Hayallerimin peşinden koşacağım” diyen Akarsel, Ankara Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü’nü tercih etti. Akarsel’i gazeteciliği seçmesine sebep olan kitap okumayı çok seven ve gazeteci bir akrabası neden oldu.

Üniversitede henüz ilk yılını tamamlayan Akarsel, 1994 yılında uzun yıllardır Avrupa’da çalışan ve sonrasında Türkiye’ye dönen babasının ölüm haberini aldı. Üniversite yaşamının ilk iki yılını yurtta geçiren Akarsel, bir süre de arkadaşlarıyla öğrenci evinde yaşadı. Kürt halkına karşı saldırıların olduğu ve insanların zorla kaybedildiği 1997 yılına Akarsel, tüm bunlara sessiz kalamadı ve yönünü hakikat ve özgürlük arayışına çevirdi. Ailesini emanet ettiği kız kardeşine en değerli eşyalarını bırakarak, Türkiye’den ayrıldı.

Yaşamının üç yılını özgür alanlarda geçiren Akarsel, birçok olaya tanıklık etti. İşbirlikçiliğin karşısında durdu, özgür kadına yönelik gelişen saldırılara karşı tanrıçalara selam verdi. Sonrasında dönemin koşulları gereği, Ankara’ya geri geldi. Bir süre sonra yarım kalan üniversite öğrenimini bitirmek istedi. Ancak 2001 yılında “örgüt üyeliği” suçlamasıyla gözaltına alındı ve 14 günün ardından tutuklandı. Kısa bir süre Ulucanlar Cezaevi’nde kaldı, daha sonra Amasya E Tipi Cezaevi’ne sevk edildi. Aynı dönem Ulucanlar’da tutuklu bulunan Leyla Zana, Hatip Dicle, Selim Sadak ve Orhan Doğan gibi siyasetçilerle tanıştı, cezaevinde herkes tarafından çok sevilen biri olarak anıldı. Hatip Dicle, kısa bir süre tanıdığı Nagihan’ı “İradeli ve yetkin bir yoldaş” diye tanımlıyor.

Cezaevinde kaldığı süre boyunca işkencelere maruz bırakılan Akarsel, buna rağmen herkese moral vermek için çabaladı. Sadece koğuştaki yoldaşlarına değil, görüşüne gelen ziyaretçilerine de moral veren Akarsel, bir görüşünde cezaevi koşullarını, neşeli bir biçimde, “Birazdan içerideki kızlar bizi gezmeye götürecek, yemek yemeğe gideceğiz” diyerek yakınlarına anlattı.

Nagihan Akarsel, 2007 yılında tahliye edildi. Yarım kalan gazetecilik öğrenimini cezaevi sonrası devam ettirdi. Akarsel, kısa süre Hacettepe Üniversitesi’nde kadın çalışmaları üzerine akademik faaliyetlerde bulundu. 2009 yılında, Dicle Haber Ajansı’nda (DİHA) gazetecilikteki ilk tecrübelerini edinmeye başlayan Akarsel, 2014 yılına kadar kadın haberciliğinin gelişmesinde rol oynadı.

Akarsel’in gazetecilik yaptığı yıllarda, Suriye’de savaş başlamış, aynı zamanda Kuzey ve Doğu Suriye’de kadın devrimi yükseliyordu. Nagihan, bu devrime kayıtsız kalmadı. Jineoloji alanında akademik çalışmalar yürütmek üzere Kuzey ve Doğru Suriye’ye gitti. Bir süre sonra DAİŞ çetelerinin saldırdığı ve güçlü bir direnişle özgürleştirilen Şengal’e gitti. Êzidî kadınlarıyla görüştü, onlara dokundu, akademik çalışmaları için veriler topladı. Aynı süre içinde kadim bir kadın tarihine sahip olan Êfrin’e de giderek, çalışmalarını sürdürdü.

Akarsel, Ankara’da yaşarken, sıklıkla bir kadın köyü kurmak istediğini ve o köyde yaşayan kadınların hikayelerini yazmak istediğini söylediğini arkadaşları anlattı. Doğduğu Gölyazı’da bu köyü kurmak istediğini anlatan Akarsel, lise yıllarından beri aklında olan bu fikri annesi ve onun arkadaşlarını sıklıkla bir araya toplayıp, onlarla sohbetler geliştirerek her zaman dillendirdi. Akarsel’in bu hayali Gölyazı’dan Rojava’ya uzanan bir hikâyenin sonunda savaş gerçekliğinin tam ortasında gerçekleşti.

Akarsel, Rojava’da, 25 Kasım 2018'de kapılarını açan kadın köyü “Jinwar” için inşa çalışmalarında yer aldı. PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın projesi olan “kadın köyü” fikrini paylaşan Akarsel, arkadaşlarının, “Savaş koşullarının olduğu bir yerde, yeni bir yaşam alanı kurabilir miyiz” tartışmalarına karşın kararlı duruşuyla herkese moral verdi. Jinwar, Akarsel’in ısrarının da payıyla iki ay süren keşif çalışmaların ardından kuruldu. Akarsel, Kuzey ve Doğu Suriye’de, Andrea Wolf Enstitisü’nün kuruluş çalışmalarında da yer aldı. Bu sürede birçok kişiden öğrendi ve birçok kişiye eğitimler verdi.

Akarsel durmaz, sürekli yeni kentlere yeni arayışlarına yönünü çevirir. Kuzey ve Doğu Suriye ile Şengal’in ardından bu kez de Akarsel, Süleymaniye’ye giderek, Kürdistan Kadın Kütüphanesi kurma çalışmalarına başladı. Aynı dönemde Akarsel, Jineoloji dergisinde akademik, Yeni Özgür Politika gazetesinde güncele dair yazılarını sürdürdü.

Nagihan Akarsel, 4 Ekim 2022 günü, Süleymaniye'deki evinden sabahleyin çıkarken, 11 kurşun sıkılarak katledildi. Kalleş katil, kendinden utanmış olmalı ki, kurşunlarını arkasından sıkmıştı. Ancak Türkiye'nin Bağdat Büyükelçisi, onun gibi kişilerin hedeflerinde olduğunu söyleyerek, cinayeti üstlendi.

HALİL ADANIR VE ŞEHİT DAĞITIMCILAR

Onurlu gazetecilikten bahsederken, ilk anılması gerekenler elbette bu uğurda canını feda eden basın şehitleridir. Basın şehitlerinden söz ederken, belki de zaman zaman çokça ihmal edilen bir kesim var ki onlar da gazete dağıtımcılarıdır. Oysaki gazetecilerin topluma gerçekleri ulaştırma çabası içerisinde en ağır yükü onlar sırtlamışlardır.

90’lı yıllara baktığımızda gerçekten amansız bir mücadele içerisine girerek, adeta bu onurlu mücadelede ön saflarda yer alan basın ordusunun yılmaz neferleri gazete dağıtımcılarıydı. Gazetecilerin bir bir sokak ortasında katledildiği, gazete bürolarının bombalandığı, gazetecilerin türlü yollarla engellenmeye çalışıldığı; JİTEM’in, kontr-gerillanın, Hizbi-kontraların kol gezdiği bir süreçte öyle içten, öyle derinden, öyle fedakarca bir görev ve sorumluluk altına girdiler ki, bugün dahi onları anarken aslında kelimelerin ne kadar kifayetsiz kaldığını açık bir biçimde görmekteyiz.

21 Kasım 1992 tarihinde Batman’da katledilen Halil Adanır, aynı zamanda katledilen ilk gazete dağıtımcısıdır. Özgür Gündem gazetesi dağıtımı yapmaya başlayan Halil Adanır, 32 yaşında, evli ve 5 çocuk babasıydı. Batman’da taksicilik yapıyordu. Kent sakinleri tarafından sevilen, sayılan bir kişiydi. Özgür Gündem gazetesi, daha Mayıs ayında yayın hayatına başlamıştı. Yayın hayatına başladığı birkaç ay, çok sayıda baskı ve engellemeye maruz kalmasına yetmişti. Birçok bayi ve gazete satış büfesi gazeteyi satmaması için tehdit ediliyordu, kundaklanıp yakılıyordu. Artık gazeteyi bulmak neredeyse imkânsız hale gelmişti. Tam da böylesi bir süreçte Halil, zor görevi üstlenerek, bayilerin satmaya çekindiği gazeteyi taksisiyle dağıtmaya başlamıştı. Her türlü baskıya göğüs geren bu yaklaşım büyük takdir toplamış, birçok kişiye de cesaret vermişti. Ancak gözü dönmüş kanlı katilleri de öfkelendirmişti.

Gazete dağıtımında daha bir ayı dolmamıştı. 21 Kasım 1992 günü saat 14.00 sıralarında üç kişi müşteri olarak taksisine bindi. Eski cezaevi yakınlarında Halil Adanır’ı bayıltan kişiler, arabayı içindeki Halil Adanır’la birlikte benzin dökerek yaktılar. Vahşice katletmişlerdi Halil’i. Amaçları gözdağı vermekti tüm gazete çalışanlarına ve de okuyucularına.

Halil Adanır’dan sonra dağıtımcılara yönelik saldırıların ardı arkası kesilmedi. Özellikle Kasım ayı içerisinde Halil dışında; 9 Kasım 1993’te Adil Başkan, 19 Kasım 1993’te Kadir İpeksürer, 27 Kasım 1993’te Adnan Işık ve 27 Kasım 1998’de Nihat Yakut uğradıkları saldırılarda katledildiler ve Kasım ayının şehit dağıtımcıları arasına girdiler. Kasım ayı dışında sırasıyla Kemal Ekinci, Lokman Gündüz, Orhan Karaağar, Teğmen Demir, Haşim Yaşa, Yusuf Karaüzüm, Zülküf Akkaya, Yalçın Yaşa, Mehmet Sencer, Musa Dürü, Zühal Tepe, Hıdır Çelik, Hasan Aydın, Metin Alataş ve son olarak Kadri Bağdu, aslında faili belli ancak devlet tarafından korunan kişiler tarafından katledildiler.

Özgür basın geleneğinin oluştuğu 90’lı yılların başında ilk katledilen dağıtımcı olan Halil Adanır’dan, son katledilen gazete dağıtımcısı olarak tarih sayfalarına yazılan Kadri Bağdu’ya kadar katledilen 18 dağıtımcı arkadaşımızın her biri elbette ki ayrı bir kahramanlık öyküsünün neferleri. Onlar Apê Musa’nın “Küçük Generalleri”ydi. Onlar özgür basının bugünlere gelmesi için çok emek verdi. Emek vermekle kalmadı, bu uğurda canlarını verdiler. Hepsini bir kez daha saygı ve özlemle anmak gerek, anılarına bağlılık gerek…”

(ma)

ANHA