AKP-MHP-Ergenekon ittifakının temeli 12 Eylül darbesiyle atıldı

12 Eylül darbesini “bugünkü siyasi yapının doğduğu gün” olarak nitelendiren Gazeteci Veysi Sarısözen, “Türk İslam sentezi, şimdi AKP-MHP Ergenekonun ittifakında Türk faşizminin çizgisini oluşturdu” değerlendirmesini yaptı.

AKP-MHP-Ergenekon ittifakının temeli 12 Eylül darbesiyle atıldı
12 Sep 2021   00:51
HABER MERKEZİ-NÛJİYAN ADAR

12 Eylül askeri cuntasıyla birlikte Türk İslam sentezci yapının oluşturulmaya başlandığını, bunun bugün AKP-MHP Ergenekonun ittifakıyla siyasi iktidara geldiğini söyleyen Veysi Sarısözen, “Bu Türk faşizminin çizgisini oluşturdu” tespitini yaptı.

AKP-MHP-Ergenokonun bugünkü ittifakını 12 Eylül 1980 darbesinin ürünü olarak niteleyen Veysi Sarısözen, “İkincisi; Humeyni hareketine karşı, ABD’nin o esnada başladığı yeşil kuşak ya da Ilımlı İslam çizgisi Ortadoğu’da bugünkü iktidar tarafından en zorba, işgalci şekilde uygulanıyor. Yani bunun başlangıç noktası yine 12 Eylül askeri darbesidir” diye belirtti.

Veysi Sarısözen cuntanın sosyalist harekette büyük yenilgi yaşattığını, ancak buna karşı Kürdistan Özgürlük Hareketinin öncesinde hareketin örgütlemesini Kürdistan’a kaydırarak darbeyi boşa çıkardığını belirterek, Ortadoğu devrimci sürecin öncülüğünü yapıyor olmasının da bu şekilde gerçekleştiğini kaydetti.

Veysi Sarısözen, Kürdistan Özgürlük Hareketi’nin yaratmış olduğu Ortadoğu devrimci süreci Türkiye’de devrimci sürecin yeniden dirilmesinin şartlarını oluşturduğu tespitini yaparak, mevcut koşulların ortak mücadeleye büyük imkanlar sunduğunu belirtti.

Gazeteci Veysi Sarısözen ile yaptığımız röportajın içeriği şu şekilde:

Türkiye’yi 12 Eylül darbesine götüren süreç neydi? Biraz dönemin siyasi koşullarından söz edebilir misiniz? 

12 Eylül askeri darbesiyle ilgili bugüne kadar yapılan birçok tahlil aslında eksik kalıyor. Özellikle de günümüz Orta Doğu ve Afganistan gerçekliklerine bakıldığı zaman 12 Eylül darbesiyle ilgili bu eksiklik daha da büyük bir dikkat çekiyor. Mevcut rejim Türkiye’yi sözde anarşi, kardeş kavgası, iç savaş gibi tehlikeler karşısındaki kaostan kurtarmak için bir askeri darbe yapıldığı iddiasıyla ortaya çıktı. Bunlar iddialardır, dolayısıyla da gerçeklikle hiçbir alakası yoktur.

Hiç kuşkusuz o dönemde ülkenin iç politikadaki çizgisi kesinleşmiştir. Devrimci demokratik güçler ortaya çıkmıştı. Örneğin; işçi sınıfı hareketi güçlü bir örgütlü karakter kazanmıştı. Devlet güvenlik mahkemelerini kurmak isteyen parlamento DİSK’in başında Kemal Türkler’in bulunduğu çok ciddi bir direnişiyle karşı karşıya geldi. Ülke çapında yapılan genel grevlerin sonucunda daha sonra devrimci demokratik güçlerin ağır cezalara çarptıran güvenlik mahkemeleri o esnada önlendi. Bu işçi sınıf hareketin 15-16 Haziran 1971 yılından sonraki 2’nci büyük kazanımıydı. Her yerde işçi hareketi güçlenmişti. Devrimci gençlik güçlenip, kendisini örgütlemiş, çeşitli örgütler ortaya çıkmıştı. Türkiye Komünist Partisi yeniden örgütlenmiş ve 1 Mayıs’lar onlar tarafından örgütleniyordu. Devrimci Yol, Devrimci Sol, Halkın Kurtuluşu gibi örgütler gerçekten toplumda çok ciddi bir mevzi elde etmişlerdi. Bunlar aslında Türkiye’nin demokratik ve devrimci bir mihverde gelişmesi için öznel şartları oluşturuyordu. Fakat bütün bunlar Türkiye’de bir darbe için ortamın hazırlanmasına kesinlikle sebep olmadı.

Bugün Erdoğan rejimini destekleyen Milliyetçi Hareket Partisi (MHP), darbe ortamını hazırlamak için ülkü ocakları gibi terör örgütlerini demokratik güçlerin üzerine saldırttı ve bu durum silahlı çatışmalara neden oldu. Ortada yoksa böyle bir silahlı çatışma ortamı değil, demokratik eylemler söz konusuydu. MHP’nin elemanları, bu hareketlere karşı silahlı çatışmaları kışkırttı ve bu da 12 Eylül askeri darbesi için sahte bir sebep yarattı.

Gerçek sebep nedir peki? Aslında 1 Şubat 1979 yılında Humeyni’nin Fransa’dan İran’a gelmesiyle başlayan İran İslam Devrimi’dir. Beraberinde 24 Aralık 1979’da Sovyetlerin Afganistan’ı işgaliyle birleşti. Böylece bu bölgede çok kritik bir durum ortaya çıktı. O bölgede NATO’nun küçük kardeşi CENTO örgütlüydü. CENTO’da Türkiye, Pakistan, İran, Irak, Britanya, ABD gözlemci üye olarak bulunuyordu. Bu organizasyonun amacı Sovyetler Birliği’nin Orta Doğu, Pakistan, Hindistan bölgesinde etkinliğini sınırlamaktı. Bu şekilde bölgedeki devletlerarası güç değişiminde köklü bir değişim yaşandı. Önce Pakistan, arkasından İran ve Irak CENTO’dan çekilince CENTO çöktü. Böyle bir durumda NATO’nun bölgedeki bu organizasyonunun çökmesi, Afganistan ve İran’daki değişiklikler ABD’nin bölgede yeni bir yönelim yapmasına sebep oldu. Bu yönelimin adı bilindiği gibi “Ilımlı İslam” çizgisidir. Amacı, İran dolayısıyla Pakistan’ı da etkisi altına alan fundamentalist, radikal İslamcı yayılmaya karşı Amerikancı İslamcı bir çizgi yaratmaktı. Bu çizgiyi yaratabilmek için Türkiye’de faşistlerin demokratik güçlere yönelik silahlı saldırılarını bahane eden bir darbe yapıldı. Bu darbenin asıl amacı Türk devleti tarafından bölgede ABD çıkarlarını Ilımlı İslamcı yönden korunmasını sağlamaktı. Nitekim 12 Eylül darbecileri Türkiye’de çeşitli cemaatleri devlet içinde konumlandırdılar. Türk İslam sentezi adı altında ideolojik çizgiyi hakim kıldılar. 1980’den günümüze süregelen Türkiye’sinin ilk parçası 12 Eylül askeri faşist darbesiyle gerçekleşti.

Bunun ekonomik, politik açıdan bir anlamı daha vardır. Türk devleti aslında Kemalizm ile birlikte Kapitalizmin yoluna koyuldu. Bu kapitalizm devlet kapitalizmi biçimindeydi. Adım adım çeşitli şirketler ve devlet kapitalizmi desteğiyle güçlendiler. Türkiye, Adam Smith dönemindeki serbest rekabetçi kapitalizm dönemini yaşamadı, doğrudan doğruya tekelci karakter taşıyan bir kapitalizm modelini yaşadı. Bu model giderek sermaye birikimine ulaştı. Sermaye büyüdükçe dışa açılma zorunluluğu doğdu. Çünkü tekel iç pazarla yetinemez. 12 Eylül darbesi Türk tekellerinin dışa açılmasıyla ilgili ilk adımın atılmasına yol açtı. Böylece Türk bölgesel Emperyalizmi potansiyel olmaktan çıktı, fiili bir karaktere kavuştu. İran’ın emperyalist çizgiden İslamcı çizgiye geçmesi karşısında ABD, NATO, Türkiye ve Orta Doğu’ya açılma imkânı sağladı. Orta Doğu’ya açılmak demek sermaye ihraç etmek demek, pazarlığa girmek demek, kısacası ülkenin milli pazarından dış pazarlara yönelmek demek. 12 Eylül askeri darbesi gerek Ilımlı İslam sentezi çizgisinin doğuşu gerekse de Türk bölgesel emperyalizmin fiili karakter kazanması ile başlamış oldu.

Türkiye sol hareketi 12 Eylül faşist darbesini nasıl karşıladı, cuntanın; sol-sosyalist hareketlere etkisi nasıl oldu? Sol hareketler böyle bir cuntayı önceden ne kadar görebildiler? Buna karşı mücadele stratejisine ne düzeyde sahiptiler?

Herkes 12 Eylül öncesinde böyle bir darbenin geleceğini biliyordu. Türkiye Komünist Partisi’nde örgütlü olan insanlar öte yandan Dev-Yol, Dev-Sol örgütleri böyle bir darbenin gelmekte olduğunu biliyordu. Ne yazık ki bu askeri darbeye karşı Türkiye Sosyalist Hareketi kendisine yaraşır bir tutum alamadı. 12 Eylül rejimine karşı gerçek anlamda devrimci bir hamle doğrudan PKK tarafından başlatıldı. Buna karşılık diğerler örgütler darbeye karşı gerekli hazırlık ve kararlılıktan yoksun kaldılar. Eğer 12 Eylül darbesinin geleceğini bilen bu örgütler daha önceden bir darbe durumunda ne yapacaklarına dair etkili bir planlama yapmış olsalardı ve kendi aralarında ciddi bir anti-faşistlik yapmış olsaydılar, belki askeri darbe yine başarıya ulaşırdı, fakat çok ağır darbeler de alırdı. En azından askeri darbelere karşı direnmiş olan bu güçler daha sonra askeri darbenin geri çekilmesi, yıkılmasıyla birlikte Türkiye’de demokratik kurucu güç haline gelebilirlerdi. Ne yazık ki bu örgütler genellikle darbenin ertesi günü kadrolarını koruma, onları gizliliğe çekme gerekçesiyle çoğunluğunu Avrupa ya da Orta Doğu’ya çıkartma dışında ciddi bir direniş gösteremediler. Bu direnişi gösteren örgüt PKK oldu, Apocular oldu. Onlar kısa bir zaman içinde mevcut duruma adapte oldular ve mücadelenin nerede zafere ulaşacağına dair çok esaslı bir analizden sonra örgütlerini Kürdistan’da konumlandırdılar ve mücadeleye başladılar. Orada PKK önderi Öcalan’ın durumu analiz etmesi çok önemlidir.

Bilindiği gibi 12 Eylül öncesinde Türkiye’deki devrimci sürecin merkezi İstanbul, Marmara, Trakya, Ege, Akdeniz gibi metropollerdi. Buralar devrimci sürecin yükseldiği yerlerdi. Fakat 12 Eylül’den sonra devrimci merkezin süreci metropollerden adım adım Kürdistan’a kaydı. Kürt halkının mücadeleci potansiyeli kendini gösterdi. Ve bence PKK önderi Öcalan, bu kayma sürecini zamanında gördü ve asıl örgütlenmenin Kürdistan’da sömürgeciliğe karşı mücadele olacağını formüle etti. Bu saptama sayesindedir ki PKK kısa bir zaman içinde faşist rejime karşı direnen yegâne gerçek güç halini aldı.

Özellikle önce Diyarbakır zindanlarında başlayan direniş, ardından Egid’in öncülüğünde ilk kurşun gelişmesi önemliydi. Bunların başarılı sonuç almasıyla birlikte Kürdistan’da PKK büyük bir güç ve sempati kazandı. Demek ki; Türkiye sosyalist hareketinin bugün içinde bulunduğu krizin başlangıç noktası 12 Eylül rejimine karşı direniş konusundaki zaafları aşamayışıdır.

Birçok devrimci hareket yine değişik Kürt örgüt ve grupları ile PKK’nin cuntaya karşı duruşunu, sonrasındaki mücadele stratejisini, etkilenme ve bu cuntayı karşılama durumlarını karşılaştırmak gerekirse yorumunuz ne olur?

Şimdi Türkiye’de sosyalist hareketin Kürt özgürlük hareketinden farklı yanı kendi halkının içinde derin köklere ne yazık ki sahip olamayışıdır. Nedir bu derin kökler? Türk milleti dediğimiz millet, Müslüman bir millettir. İstiklal savaşıyla birlikte Kemalistler bu İslam toplumunun içinden modern bir Türk milleti yaratmaya çalıştı. Yaratılan bu Türk milleti genellikle asker, sivil aydın zümre dediğimiz, avukatlar, doktorlar vs. kesimlerden oluşan bir zümreydi. Bunlar toplumun yüzde 15-20’si kadar bir topluluğa tekabül ediyordu. Türkiye sosyalist hareketi daha ötesine geçmeyi bir yana bırakalım, 1962 yıllarıyla birlikte esas olarak bu Kemalist rejimin yaratmış olduğu azınlıktaki kesim içinde örgütlendi. Yani laik, genellikle Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) yanlısı bir kitlenin içinde örgütlendi. Özellikle bizim 68 kuşağının mensuplarını tarayıp kimliklerine bakarsanız onların genellikle subay, avukat, doktor, hakim, öğretmen çocuklarından oluştuğunu görürsünüz. Bizim kuşağın içinde bir tek İbrahim Kaypakkaya yoksul halkın içinden çıkmış bir arkadaştı. Babası yanılmıyorsam arabacıydı. Nitekim o da mücadelesinin ilk evresini aştıktan sonra Kemalizme karşı çok esaslı eleştiriler geliştirmeyi başaran bir arkadaştı. Şimdi demek istediğim şey şu; Türkiye’de yüzde 80’i Müslüman olan Türk halkının içinde biz neredeyse yoktuk. 1970’li yıllarda hareketin kitleselleşmesinde Türkmen ve Kürt Alevilerinin Türkiye solunda örgütlenmesinde rol oynamıştır. Ne yazık ki, örgütlerin birbirleriyle rekabeti alevi kitlesi, özellikle Dersim’de paramparça hale geldi.

Kısaca, PKK’nin örgütlendiği Kürdistan ve Kürt halkı gerçekliği ile kıyaslandığında Türkiye sosyalist hareketinin sosyolojik temeli zayıftı. Öcalan, bir Kürt milliyetçi hareketi yaratmak yerine Kemal Pir gibi Kürt olmayan kadroların da yer aldığı bir örgüt kurdu. Ama devrimci mücadelenin merkezinin Kürdistan olduğunu keşfetti, sömürgeciliğe karşı Kürt insanını harekete geçirmeyi önceden görebildi. Buna göre örgütlendi ve küçük bir grup halinde başlayan bu hareket bir süre sonra ve sadece Kuzey Kürdistan ya da sadece Kürdistan da değil, evrensel bir karaktere kavuşabildi. Bizim kuşağın başaramadığını PKK önderi Öcalan ve arkadaşları başardılar.

Türkiye solu Deniz Mahir İbrahim Kaypakkaya gibi Önderleri kendi içerisinde çıkardı. Sizce darbeden sonra bu tarz önderliksel çıkışlar neden yapılamadı?

Çünkü çok ağır bir yenilgiye uğradık. Bütün örgütler PKK dışında, ki PKK’ye de çok ağır saldırılar ve tutuklamalar oldu, ama bu tutuklamaların, saldırıların şokunu kısa sürede atlatarak örgütlendiler. Türkiye sosyalist hareketlerinin güçleri ise bu travmanın çok ciddi şekilde etkisinde kaldı. Ama daha da önemlisi kısa bir süre sonra özellikle sosyalist dünya sisteminin çökmesi, Türkiye sosyalist hareketinin yeniden örgütlenmesi önünde büyük engel çıkardı. Türkiye sosyalist hareketi ne yazık ki, dünya komünist hareketinin ve sosyalist devletlerarasındaki çatışmalar temelinde birbirine karşı mevzilendi. Tiranacılar, Moskovacılar, Arnavutlukçular diye, Türkiye’nin içine özgü çelişkilerin değil de, uluslararası komünist hareketlerin ve sosyalist devletlerin çelişkileri temelinde bir örgütlenme durumuyla yüz yüze kalındı. Bu parçalanmanın suçlusu elbette ki Türkiye sosyalist hareketi değil. Bu, dünyadaki sosyalist devletlerin, hareketlerin birbirleriyle çelişkileri ve bunun da yarattığı bölünmelerdi. Bunlarda Türkiyeli sosyalistlerin bir suçu yoktu ama Türkiyeli sosyalistler de kendilerini bu parçalanmanın parçaları haline getirdiler. Böyle olunca kendi aralarında birlik oluşturamadılar. Sosyalist ülkelerin çökmesiyle birlikte de birçok varlık sebeplerini kaybettiler. O nedenle de yeniden örgütlenme imkânları çok zayıfladı.

Şimdi elbette yeni bir dönemdeyiz. Bu süreç bize yeni bir süreci gösteriyor. Yani Kürdistan Özgürlük Hareketi’nin yaratmış olduğu Ortadoğu devrimci süreci Türkiye’de devrimci sürecin yeniden dirilmesinin şartlarını oluşturuyor. Nitekim pek çok sayıda devrimci, sosyalist örgüt bugün PKK ile yine YPG ile DAİŞ ve Türk devletinin saldırılarına karşı devrimci mücadele içindedirler. Bunlar son derece önemli gelişmelerdir. Yani sosyalizmin, büyük yenilgiye demoralize olan sosyalist hareket, Kürt özgürlük hareketinin Ortadoğu çapındaki devrimci sürecin öncülüğünü yapıyor olmasından yararlanarak, kendini yeniden örgütleme imkânına kavuştu.

Umarız ileride bu büyük ittifakın, yani Kürt Özgürlük Hareketi ile sosyalist devrimci partiler arasındaki ittifakın çok ciddi sonuçlarını göreceğiz. Hareket yeniden doğacaktır. Onun rönesansı Kürdistan’da başlayacak ve yavaş yavaş İç Anadolu’ya oradan Ege ve Trakya, Akdeniz’e yayılacaktır.

Daha önce 1960 ve 1971 darbeleri oldu. Ve bu darbelere rağmen sol hareketi gelişerek devam etti. 1980 darbesinin bir öncekilerden farkı neydi ki bu denli dağıtabildi? 

Bir kere 27 Mayıs 1960 darbesi sosyalistlere karşı bir darbe değildi. Bu daha çok Türk egemen güçlerinin iç sorunlarından kaynaklanan bir darbeydi. Elbette yine sosyalistlere karşı önlemler aldı darbeciler. İnsanları hapse attılar ama ana darbe demokrat partiye karşı yapıldı. Zaten onun başbakanı idam edildi. Dolayısıyla burada sosyalist hareketle ilgili doğrudan bir saldırı ağırlık noktası değildi. Hatta tam tersine 27 Mayıs darbesi ile birlikte bazı demokrat aydınların da katıldığı bir süreçte yapılan anayasa Türkiye sosyalist hareketinin yeni bir hamleyle ortaya çıkmasında bir önemli rol oynadı. Sendikal özgürlük, örgütlenme özgürlüğü ile birlikte Türkiye İşçi Partisi 1961 yılında kuruldu. Ardından DİSK kuruldu. Bunlar sosyalist hareketin gelişmesine etki etti.

12 Mart da aslında yarım bir darbeydi. Tam anlamıyla darbe değil, muhtıraydı. Demirel hükümetinin fişi çekilmiş, yerine yarı faşizan yarı CHP’den oluşan hükümetler kurulmuştu. Bunlar Türkiye devrimci hareketine ağır saldırılarda bulundular. Deniz Gezmiş, Mahir Çayan, İbrahim Kaypakkaya gibi hareketin önderleri bunlar tarafından katledildi ve idam edildi. Fakat dediğim gibi darbe henüz tam anlamıyla bir darbe değil, yarımdı. Ordu güçleri bir hükümeti devirmişti, fakat iktidarı devralma ve toptan parlamenter rejimi ortadan kaldırma gibi bir adım atmamışlardı.

12 Eylül ise böyle değildi. Tam anlamıyla, özellikle Latin Amerika’da yapılan darbelerin derslerinden de sonuç alarak yapılan darbeydi. Parlamentoyu, siyasi partileri ortadan kaldırdı. Büyük bir terör besledi. Bir milyondan fazla insan fişlendi. 50 kadar insan idam edildi, on binlerce insan zindana atıldı. Dolayısıyla tahribatı çok çok ağır oldu. Dediğim gibi, bu darbe aynı zamanda Türkiye’nin yeni bir atakla Ortadoğu’da konumlanması, Ilımlı İslam’a yönelmesi açısından Türkiye’deki egemen sınıfı bürokrasi ile birleştirdi ve dolayısıyla güçlü bir siyasi temel elde etti.

Siz de son olarak değindiniz. 12 Eylül darbesinin sonraki yıllara hatta bugüne değin süregelen Türkiye siyasetine, iktidarına etkisi ne oldu?

12 Eylül darbesi aslında bugünkü siyasi yapının doğduğu gündür. Türk İslam sentezi, şimdi MHP-AKP-Ergenekon’un ittifakında Türk faşizminin çizgisini oluşturdu. Bu 12 Eylül 1980 darbesinin ürünüdür. İkincisi; Humeyni hareketine karşı, ABD’nin o esnada başlattığı yeşil kuşak ya da Ilımlı İslam çizgisi Ortadoğu bugünkü iktidar tarafından en zorba, işgalci şekilde uygulanıyor. Yani bunun başlangıç noktası yine 12 Eylül askeri darbesidir.

Diğer tarafta daha sonra rejim içi çelişki haline gelen cemaatlerin devletle bütünleşme sürecinin başlangıç noktası yine bu darbedir. Yani Fethullah Gülen başkanlığındaki cemaatin Türkiye devletinin içinde, bürokrasisinin içinde örgütlenmesinin en önemli adımları 12 Eylül darbesiyle atıldı. Böylece bu darbe Türkiye siyasi hayatında yeni bir yönelime yol açtı. Ordu o güne kadar sürekli laisizmi savunurken bir de baktık ki, bu İslamcı cemaatlerle ordunun üst kademeleri arasında çok sıkı bir ittifak oluştu. Bu bir devlet, ABD, NATO, CENTO politikasıydı. Dolayısıyla o günden başlayarak Türkiye bunun etkilerini yaşadı. Kendi aralarında daha sonra kavgaya tutuştular. Birbirlerini yok etmek için büyük adımlar attılar. Şimdilik görünen o ki, AKP-MHP ve Ergenekon bu 12 Eylül’de devletle bütünleştirilen cemaati tasfiye etti. Fakat hala başka cemaatler, örneğin menzil tarikatı devletin içinde örgütlenmeye devam ediyor. Afganistan meselesi aynı şekilde 12 Eylül sürecinden günümüze gelen bir meseledir. 1979’da İran’da Humeyni hareketi zafer kazandıktan hemen sonra Sovyetler Birliği Afganistan’ı işgal etmişti. Şimdi İran’da bu Humeyni rejiminin devamcıları iktidarda bulunuyorlar. Sovyetlerin işgal ettiği Afganistan’ı daha sonra ABD işgal etti ve Afganistan sorunu o günden bu yana halen devam ediyor.

Yani kısaca aktüel durum açısından bakıldığı zaman 12 Eylül askeri darbesinden bu yana geçen süreç neredeyse organik bir bütünlük gösteriyor.

ANHA

<iframe width="560" height="315" src="https://www.youtube.com/embed/wU73T0JOEbE" title="YouTube video player" frameborder="0" allow="accelerometer; autoplay; clipboard-write; encrypted-media; gyroscope; picture-in-picture" allowfullscreen></iframe>