TC’nin yüzyıllık Kürt düşmanlığı, eski ve yeni savaş yöntemleri

TC’nin yüzyıllık Kürt düşmanlığı, eski ve yeni savaş yöntemleri
29 Jul 2020   02:16
UMUT AYDIN

Türk devleti daha başından itibaren Rojava devrimini engellemek ve en sonunda da tasfiye etmek için etkin bir siyaset yürüttü. Bu amaçla; El Kaide, DAİŞ ve Nusra gibi çete yapılarına sonuna kadar destek verdi. Buna rağmen Rojava’da halkların devrimi, Erdoğan desteğindeki bu suç organizasyonlarına büyük darbeler vurarak her geçen gün büyüdü ve tüm dünya halkları tarafından sahiplenilir hale geldi.

Ancak Erdoğan-Bahçeli faşist hükümeti ve MİT boş durmadı, durmuyor. Bu suç organizasyonlarıyla birlikte MİT daha aktif devreye konularak Rojava devrimini tasfiye saldırıları devam ediyor. Fakat bu kez daha ince, daha içten vurma yöntemleri esas alınıyor.

Kendisi bir özel savaş organizasyonu olan devletin ve özelde de Türk devlet yapılanmasının Kürtlere karşı geliştirdiği her türden içten çürütme, ezme, kırıma uğratarak tasfiye etme yöntemi de bu özel savaşın bir parçası olarak geliştirilmekte ve aslında yüzyıllık Türk cumhuriyet tarihi boyunca sonsuz kere denenmiş olmasına rağmen bunda halen de ısrar edilmektedir.

TÜRK DEVLETİNİN BİTMEYEN KÜRT DÜŞMANLIĞI

Rojava devrimine dönük saldırıların perde arkası, Türk devletinin yüzyıllık anti Kürt paradigmasından bağımsız değildir.

Kürt düşmanlığının en somut tezahürü olarak, Osmanlıdan devralınan ve 20.yy’da tedip ve tenkil, iskan ve fiziki soykırım şeklinde devam ede gelen politikalar bu dönem boyunca vazgeçilmez yöntem olarak uygulanageldi. Dersim isyanına dek “biricik” olarak addedilen bu yönteme 1940’lar ve 50’ler sonrasında asimilasyon siyaseti daha yoğun içerilmeye başlandı. Söz konusu bu yöntemler Ermeni, Süryani ve Yunanlılara karşı kullanılmış ve “sonuç alınmıştı.” O halde “doğru olan” bu yöntemi Kürtlere de uygulamak ve bunun üzerinden sonuç almaktı.

Kürtler tüm bu saldırılara karşı her şekilde direnmesini bildi. Direniş, saldırıları boşa düşürdükçe alışılagelen yöntemlerin yanına yenileri eklenmeye çalışıldı. Bunların başında ise; yerel işbirlikçilik, ajanlık, satın alma, fuhuş, uyuşturucu, dezenformasyon başat yöntemler olarak öne çıkarıldı. Aslında bunların da kökü Osmanlıya, en fazla da ittihat ve terakkinin Teşkilatı Mahsusa’sına dayanıyordu.

Özellikle 1920’lerin başlarıyla gelişen isyanların kanlı bastırılmış olması Kürtler arasında ciddi bir dağınıklığı getirmişti. Bu gerçek, Sykes-Picot ve Lozan’da Kürdistan coğrafyası için öngörülen böl, parçala ve yönet düsturunun bu kez toplumsal yapıya uygulanmasını doğurdu. 

O dönemler siyasal yapılanmasını oluşturamamış, olanı da dağılmış, yenilmiş Kürdistan’da başat toplumsal form aşiretsel yapıydı. O halde en uygun olanı aşiretleri karşı karşıya getirip birbirine kırdırtmak ve bu amaçla bazılarını devletin yanına çekerek, bunların eliyle diğerlerini dövmekti. Etkin olarak da bu yöntem kullanıldı. Kürtlük adına ne varsa bir yandan Türkleştirilirken bir yandan ya yozlaştırıldı ya kriminalize edildi ya da gerici gösterilerek Kürtler bilinçsiz ve de köksüz bir halkmış gibi lanse edilmeye çalışıldı.

1970’lerde Kürt özgürlük hareketine karşı geliştirilen yöntemlerin hepsi de bu gerçek üzerine inşa edildi. Buna rağmen Kürtlerin özgürlük mücadelesi ve kararlılığının önüne geçilemedi. Kuzey Kürdistan’da başlayan Kürtlerin yeniden özgürleşme mücadelesi son derece zorlu aşamalardan geçerek tüm Kürdistan parçalarını etkiledi ve bugüne dek geldi. 

Tüm bu zamana sığan yaşanmışlıklara rağmen Türk devlet aklında sabit olan şey; Kürt düşmanlığı ve soykırımıydı.

ERDOĞAN SELEFLERİNİ ARATMADI

2000’lere gelindiğinde geleneksel beyaz Türk faşizmi Kürtlerin özgürlük mücadelesini tasfiye edememiş, aksine işi üstlenenler bir bir tasfiye edilmişlerdi. Hal böyle olunca din sosuna bulandırılmış Türkçü yeşil faşizme rol vermek yeni bir yöntem olarak devreye konuldu. Bunun için ise görev Erdoğan’a verildi.

Kürtlerin özgürlük umudu tasfiye edilmeden uzun erimli iktidarda kalınamayacağını Erdoğan ve Türk özel savaş kurumu iyi anlamıştı. Erdoğan seleflerinin akıbetini bu açıdan iyi okumuş ve gerekli dersleri çıkarmıştı. Derin devlet Erdoğan’ın yanındaydı. Sonuna kadar destek verdi. Yine Kürdistan’ı Birinci Dünya Savaşı sonrasında dört parçaya bölen bölgesel ve küresel güçler bunun için sonuna kadar Erdoğan iktidarının arkasında durdular. Buna karşı Kürtlerin onurlu yaşam mücadelesi ise her geçen gün büyüdü ve bölgede olduğu kadar dünyada da yankı uyandırdı. Yani Erdoğan seleflerinin akıbetine doğru adım adım yaklaşıyordu.

DAİŞ ERDOĞAN İÇİN ‘BİR LÜTUFTU’

Tam da böylesi bir dönemde Irak’ta ortaya çıkan ve daha sonra Suriye’ye uzanan El Kaide menşeli çete yapılanması DAİŞ, insanlığın üzerine bir karabasan gibi çökmüştü. Ordular dize getiriliyor, şehirler bir gecede fethediliyor, kadınlar, çocuklar gruplar halinde kaçırılıyor, katlediliyor ve tecavüze uğruyordu. Yüzbinler bir gecede kendi ülkesinde ya da ülkesi dışında göçmen haline geliyordu. Ne var ki bölge ve dünya ülkeleri yaşanan bu vahşet karşısında adeta üç maymunları oynuyor, kimse ‘dur’ demiyor ya da diyemiyordu. DAİŞ Erdoğan için bir ‘lütuf’ olmuştu.

Zira Irak ve Suriye’de bu çete gruplarının asıl hedefine bir anda Kürtler girdi.

DAİŞ’in saldırılarına karşı önce Şengal ardından Maxmur, Kerkük ve giderek Rojava’da Kürt özgürlük hareketi tarafından geliştirilen direniş Erdoğan’ı boşa düşürüyordu. Kürtler geliştirdikleri direnişle sadece DAİŞ’i yenilgiye uğratmamış başta bölge halklarından büyük bir destek görmüş, savaş cephesinde ve giderek siyasal-toplumsal zeminde halkları bir araya getirmiş ama aynı zamanda dünya halkları nezdinde büyük bir destek toplamıştı.

SELEFİLERİN YERİNE İŞBİRLİKÇİ SINIF İKAME EDİLİYOR

Kürtlerin öncülüğünde selefi çete gruplarına karşı topyekun bir direniş hattı örülünce Erdoğan ve hempalarının hesapları boşa düşmüştü. Dolayısıyla yeniden yüzyıllık gelenek devreye girip içten parçalayarak tasfiye etmek amaçlandı. Bununla da yetinilmeyip işbirlikçilik yeniden geliştirilmek istendi.

Kürdistan’da bu kirli siyasetin alıcısı ne yazık ki vardı. Değişik isimler altında çeşitli gruplar örgütlendirilerek hiçbir toplumsal tabana dayanmadıkları, hatta toplumsal kabullenirlikleri olmadığı halde kendilerine siyasal parti isimleri verilmeye başlandı. Kimileri ise yıllardan beri var olmasına rağmen rağbet görmüyor, sadece birer marjinal yapılanma olarak varlıklarını sürdürüyorlardı. Ortaya çıkan devrim koşullarında dahi ortada pek görünmemişlerdi. Ancak Türk devletinin yüzyıllık özel savaş yönteminin vurucu gücü olarak kullanılan bu işbirlikçi kesimler Kürt özgürlük hareketine karşı kullanılmak suretiyle alttan alta örgütlendirilmeye çalışıldı.

Amaç, köken olarak Kürt olmak dışında Kürtlük adına hiçbir değer taşımayan bu işbirlikçi sınıf eliyle Kürdün özgürlük umutlarını tasfiye etmekti. Kürt kültürü, sembolleri, dili kullanılıyor, ama alttan alta Kürtlerin katliamına ferman yazan Türk devletiyle yol arkadaşlığı kuruluyor ve buyruklarınca hareket ediliyordu. Kürt ve Kürdistan, Kürtçe vurguları havada uçuşuyor, uluslararası alanda Kürtler adına hareket edildiğinden söz ediliyor, halka da “bakın asıl Kürtlüğü savunan biziz” propagandası yapılarak, Kürtlük adı altında Kürtlere açık şekilde tasfiye ve işbirlikçilik dayatılıyordu.

Varlığını Kürt özgürlük hareketinin tasfiyesi üzerine kurgulamış, Kürt gençlerini fuhuş, uyuşturucu yöntemleriyle teslim almış, para karşılığında onlara Kürt kanı döktürmüş Türk Milli İstihbaratı (MİT) ile Ankara, Antep, Urfa, Hewler’de gizli-açık toplantılar yapmayı da kendileri açısından bir marifet olarak ortaya koyuyorlardı.

LÜKS OTEL ODALARI VE LOKANTALARDA KÜRT ÖZGÜRLÜĞÜ PAZARLANIYOR

Gerçek olan ise bu grupların Kürtlük adına tek bir ter damlası dahi dökmedikleriydi. Zira daha devrimin başında cephede Türk devleti destekli çete organizasyonlarına karşı Kürt gençleri kanlarını dökerken, bu kesimler Antep, Urfa, Ankara da Türk MİT’i ile gizli açık toplantılar yapıyor, en lüks lokanta ve otellerde ağırlanıyorlardı. Ama propaganda argümanları sabitti, ‘SÖZDE KÜRTLÜK.’

Lüks otellerde Kürtlük değerlerini pazarlayanlar her geçen gün cephede kan dökerek özgürlüğe adananlar karşısında giderek küçülüyorlardı. Tüm satın alma girişimlerine rağmen Rojava halkı kendilerine rağbet etmiyordu. Her yerde sıcak bir savaş sürüyor, toplum kendisinden olan ve karşısında duranı gayet iyi tanıyor ve tasnif ediyordu.

Yıllar geçip DAİŞ suç organizasyonunun hakimiyetine son verilince, Türk devleti bu işbirlikçi kesimleri yanında tutmaya çalışsa da değişik özel savaş yöntemlerini daha aktif bir şekilde devreye koymaya başladı. Hatta kimi yerde bunları da bu özel savaşın birer piyonu haline getirmeye başladı.

Bunun için MİT, devlet adına özel olarak görevlendirildi. Hedef, toplumun her tarafına sızmak, kültürel yozlaşma geliştirmek, satın almak, fuhuşu teşvik etmek, uyuşturucu yoluyla özellikle genç kadın ve erkekleri denetime almak ve sonra da kendi halklarına karşı kullanmaktı.

KÜRTLER VE ARAPLAR ARASINDA FİTNE YARATMAYI HEDEFLEDİLER

Rojava devriminin en ayırt edici özelliği Kürtler ve Arapları aynı saflarda, ortak amaçlar için birleştirmesiydi. Onun için de, Kürtler ve Araplar arasında fitne yoluyla iç çatışma yaratmak hedeflendi. Bu amaçla özellikle Arap halkı arasında Kürt karşıtlığı temelinde yoğun propaganda yapıldı, yapılıyor. Özerk yönetime karşı karalama, iftira geliştirme, bu şekilde toplum içinde tepki örgütleme yoğunca işlendi.

Kürtler arasında parçalılık yaratma, PYD-YPG üzerinden anti propaganda yapma temel bir siyaset olarak belirlendi. Kendileri tarafından insanlık suçu işlenerek geliştirilen Efrin, Serekaniye ve Gire Spi işgalleri bu amaçla pazara sürüldü. Oysa Efrin savaşında kimin direndiğini, kimin düşman safında yer alarak bir halkın geleceğini paraya sattığını herkes görmüştü.

Bir taraftan Özerk Yönetim ve PYD-YPG-YPJ’yi karalamak adına, ajanlaştırılan kesimler eliyle toplum içinde bilgi kirliliği alttan alta geliştirilirken, diğer taraftan basın ve özellikle sosyal medya üzerinden Antep-Urfa-Ankara hattında milyon dolarlar harcayarak Kürtlerin özgürlük davasını satan işbirlikçiler eliyle de Kürtlük değerleri istismar edilmeye, toplumda kafa karışıklığı yaratarak toplum devrim öncülerine karşı örgütlendirilmeye çalışıldı.

Adorno’nun “yanlış hayat doğru yaşanmaz” deyişinde olduğu gibi, yanlış sorgu da doğru cevap getirmezdi. Kürdistan’da işgal, soykırım ve sömürü geliştiren ile onlara işbirlikçilik yapanların sorgulanması gereken yerde, özgürlük için direnenler sorgu tahtasına konulmuştu. Bu sorgu yanlıştı dolayısıyla doğru cevap da mümkün değildi. Zaten amaç da buydu.

Sonuç olarak geliştirilen saldırılarla özerk yönetimin tasfiyesi ve bölge halkları ve inançları arasında kör bir savaş hedeflenirken, buna karşı kim ne yapacak sorusu öne çıkıyor.

En doğru olan önce doğru soruları sormaktır. Kimin Kürtlerin, Arapların, Süryanilerin, Ermenilerin ve diğer tüm halkların ortak demokratik sistemine ve geleceğine saldırdığı ile kimin savunduğu sorgusu doğru yapılmalı, taraflar doğru belirlenmeli.